Biyolojik bir varlık olarak doğada yer alışı ile birlikte insanoğlunun birinci amacı, yaşam denilen en önemli değerini korumak olmuştur. Bu amacı gerçekleştirmek için insanoğlu, öncelikle temel ve ortak ihtiyaç olarak beslenme, giyinme ve savunma ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken, aynı zamanda, gerek kendi bedeninden gerekse başta hem cinsleri olmak üzere doğadaki diğer canlılardan ve doğal olaylardan (sel, deprem, vahşi hayvanlar vs) kaynaklanan ve yaşamını tehdit eden unsurlara karşı korunma tedbirleri geliştirmeye çalışmıştır. Bu korunma tedbirleri arasında, yaşamı ve yaşamın en önemli bileşeni olan sağlığı tehdit eden hastalıkların önlenmesi ve tedavi edilmesi ile ilgili bilimsel tıbbi çabalar, ilk uygulamaları oluşturmuştur. Yaşama yönelik geliştirilen koruma tedbirleri arasında en son ve en geçerli olanı ise hukuki korumadır. İnsanlık düşünce tarihindeki değişime ve gelişime baktığımızda; “Rönesans ve Reform” hareketlerinin akabinde yaşanan çalkantılardan sonra, İngiltere'de başlayıp Avrupa'ya yayılan “Aydınlanma Çağı”, hukuk ve özgürlük konusunda yeni açılımlar sağlamıştır. Bu çağın, en önemli temsilcisi John Locke, bireyi ön plana çıkararak liberalist görüşün öncülerinden olmuştur. Liberalizm ile insan, birey haline gelmiş, tüm değerler ve olgular bireye odaklanmıştır. İnsanın aklı ile, kendisi için neyin yararlı, neyin zararlı olabileceğini belirleyebileceği gibi doğayı da denetimi altına alabileceği, saygınlık yönünden herkesin eşit olduğu düşünceleri gündeme gelmiştir. Bireyci görüşe göre her hakkın kaynağı bireydir. Tek gerçek varlık insandır ve bu nedenle tüm haklar insandan kaynaklanmaktadır. Bireyciliğin gelişmesi hukuk düzenlerinin de insan haklarını daha üst düzeyde ele almasına neden olmuştur. Bireyi ön plana çıkaran bu düşünce akımları “insan hakları” kavramının hukuki metinlerde yer alması sürecini başlatmıştır. İnsanlık tarihi açısından yaşanmaması gereken bir tecrübe olan II. Dünya Savaşı'ndan sonra “İnsan Haklarının” ulusal hukuk normları içerisinde yer alan bir kavram olmaktan çıkarılarak uluslararası alana mal edilmesi gerektiği fikri önemli adımların atılmasına neden olmuştur. 1945 yılında San Francisco'da imzalanan Birleşmiş Milletler Antlaşması ile insan hakları ilk kez uluslararası hukukun konusu haline gelmiştir. 10 Aralık 1948 yılında yayımlanan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB) “İnsan Haklarının” tarihsel sürecinde inkar edilemez yerini almıştır. Bu Bildirge, her ne kadar hukuki bağlayıcılığı açısından yeterli olmasa da etik değeri ve kendisinden sonra gelen uluslararası hukuki metinlere kaynaklık etmesi yönünden tarihsel bir öneme sahiptir. Nitekim II. Dünya Savaşı'nın acılarını en şiddetli şekilde yaşayan Avrupa'nın Roma şehrinde 4 Aralık 1950'de imzalanan İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) başta olmak üzere birçok uluslar arası sözleşmede Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine atıfta bulunulmuştur. Çağdaş dünyanın saygın bir üyesi olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, söz konusu uluslararası hukuki metinlere imza attığı gibi iç hukukumuzun en önemli hukuki metni olan Anayasamızın İkinci Kısmı “Temel Haklar ve Ödevler” başlığı altındadır. Yaşama hakkı tüm hakların ön şartı olarak yukarıda belirtilen uluslararası metinlerde ve Anayasamızda hukuki koruma altına alınmıştır. İHEB madde 3'de ve AİHS madde 2'de herkesin yaşama hakkının olduğu ve bu hakkın yasanın koruması altında olduğu belirtilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 17. maddesinde de herkesin yaşama hakkına sahip olduğu belirtilmektedir.
Primary Language | Turkish |
---|---|
Subjects | Law in Context |
Journal Section | Research Articles |
Authors | |
Publication Date | June 1, 2007 |
Submission Date | March 1, 2007 |
Published in Issue | Year 2007 Volume: XI Issue: 1-2 |