Çağdaş liberal demokrasilerin vurguladığı ve bu vurgularıyla övündükleri en önemli ahlâkî değer olarak “tolerans”ın karşımıza çıktığını gözlemekteyiz. Aydınlanmayla birlikte toleransı keşfeden Batı dünyasında, bu önemli kavramın çerçevesi John Locke’ın 17. yüzyıl sonlarında yapmış olduğu o ünlü tanımlamayla çizilmişti ve bu tanım, pek çok farklı ortamda kabul görmekle birlikte hâlâ tartışılmaya devam etmektedir. Eğer bir grup, dünya görüşü dinî veya dinî olmayan hangi kaynaktan gelirse gelsin, toleransa sahip olduğu inanç ve hakikat anlayışından daha az değer verirse ne olacak? Böyle bir gruba karşı da tolerans göstermeli miyiz? Locke, böyle bir durumda toleransın sınırını şöyle çizmektedir: Toplum yaşamını zedeleyebilecek, sivil hayatın korunması ve devamlılığı için gerekli olan ahlâkî kurallara zıt hiçbir fikre karşı tolerans gösterilemez. O zaman sivil hayatı mümkün kılan ahlâkî ilkeleri olumsuz yönde etkileyebilecek düşünceleri nasıl seçeceğiz? Bir şekilde bu soruya cevap verilebildiğini, kültür ve dünya görüşü fark etmeksizin de bu cevabın kabullenildiğini varsayalım. O zaman böyle bir durumda toleransın anlamı ne? Bu durum, Locke ile başlayan liberal gelenekte tolerans anlayışının tahayyül edildiği gibi her şeyi içine alan kapsayıcı bir değer değil; aksine, âdeta bir çeşit toplum mühendisliği yaparak sivil düzenlemeler aracılığıyla dışlama ve ayrımcılığın aygıtı hâline dönüşebildiğini ortaya koymaktadır.
Primary Language | Turkish |
---|---|
Subjects | Religious Studies |
Journal Section | Kitâbiyât |
Authors | |
Publication Date | July 1, 2008 |
Published in Issue | Year 2008 Issue: 20 |