Öz
20. Yüzyıl sonlarına gelirken, çağdaş zaman ve mekân anlayışı, tarihin merkeziyetçi, doğrusal ve nedensel yapısını tehdit etmeye başlamıştır. Gittikçe sıkışan ve hızlanıyor gibi gözüken dünyada, kişi yavaşlama ve tutunma ihtiyacı duymaya başlar. Bir tür ait olma ve kimlik arayışına giren bireye, tarihin ve büyük anlatıların sunduğu perspektif yetmez hale gelir. Bu yüzden birey, kendi gerçekliğine, dolayısıyla belleğine tutunur. 20. Yüzyıl sonlarına gelirken bellek, tüm dünyada pek çok alanı etkileyen yaygın ve eşzamanlı bir kamusal söylem haline gelmiştir. Bu süreçte sanatçı da artık tarihin bir figüranı olmaktan çıkıp, kendi gerçekliğinin izlerini, belleğiyle görünür kılma arayışına girmiştir. Yirminci yüzyılın sonlarında Türk çağdaş sanat sahnesinde bellek, çağdaş zaman ve mekân anlayışının yapısal özellikleriyle kesişmesi ve örtüşmesi nedeniyle yaygın bir söylem haline gelmiştir. Bunlar farklı, çeşitli, güvenilmez, anlaşılması güç, çok boyutlu, metinler arası, zamansız, doğrusal olmayan, kısa ömürlü, müphem ve paradoksal özelliklerdir. Ayrıca bellek, dönemin çağdaş sanatçılarının sanatlarında uyguladıkları bir dil ve anlatım biçimi olarak işler. Bu dönemde belleğin eksiklikleri, çağın ruhuna ve kendilerini yalnızca incelikli bellek biçimleriyle ifade eden sanatçıların arayışlarına yanıt veren bir güç haline gelir.