After Ibn Mujāhid (d. 324/936) limited the number of Qur’anic recitations to seven, the work of his follower Abū ‘Amr al-Dānī (d. 444/1053) entitled al-Taysīr fī’l-qirā’āt al-sab‘, and that of Shaṭibī (d. 590/1194), another follower of Ibn Mujāhid, which is entitled Ḥirz al-amānī wa-wajh al-tahānī, a poetic interpretation of the former, have both been manuals of studying the seven-recitations. Due to the on-going study of the matter exclusively out of these two works, people have tended to believe that there are no other accumulations than those al-Taysīr and Ḥirz al-amānī with regards to Qur’anic recitation. In fact, there may even be an assumption made from this that the content of the Qur’an only consists of the content of these two works. Having realised this Ibn al-Jazarī (d. 833/1429) compiled his book al-Nashr that contained largely the routes (ṭarīqs) of the recitation. He summarised this work under the title of Taqrīb al-Nashr first, and then versified it under the title Ṭayyibat al-Nashr. That these two works contained many more routes compared with the scope of al-Taysīr and Ḥirz al-amānī guided and pushed Ibn al-Jazarī to write Takhbīr al-Taysīr in order to account for the number of recitation methods to ten, and added al-Durra al-muḍiyya in order to account for ten routes to Ḥirz al-amānī. Following Ibn al-Jazarī’s compilation of Takhbeer al-Taysīr and al-Durra al-muḍiyya, various routes of qirā’āt education emerged. The Egyptian route admitted al-Durra al-muḍiyya and Ḥirz al-amānī as its main sources and took Takhbīr al-Taysīr and al-Taysīr as its secondary sources. Whereas the Istanbul route admitted Takhbīr al-Taysīr and al-Taysīr as its primary sources and held the other two, al-Durra al-muḍiyya and Ḥirz al-amānī, as its secondary sources. Both routes are named as al-‘ashr al-ṣughrā. As to the content of Ibn al-Jazarī’s al-Nashr, Taqreeb al-Nashr, and Tayyibat al-Nashr, these have constituted the curriculum of al-ashr al-kubrā. Incidentally, in Turkey, the former, i.e. al-‘ashr al-ṣughrā, is called in short “‘ashara” while the latter, that is al-ashr al-kubrā, is entitled “Taqrīb al-Ṭayyiba”.
The knowledge of taḥrīrāt (taḥrīrāt or registering of references) as one of the most significant fields of recitation or qirā’āt, stayed in a rather narrower framework in Ḥirz al-amānī and al-Durra al-muḍiyya due to their relatively narrower scope of accounts (riwāyāt). Yet, the knowledge of taḥrīrāt began to be utilised in a wider spectrum after Ibn al-Jazarī compiled his books al-Nashr and Ṭayyibat-al-Nashr since Ibn al-Jazarī inserted around a thousand routes in these two works. Then the schools of taḥrīrāt arose after this compilation of the author in order to avoid any inconvenience or confusion with regards to accounts and routes. Among them the school of al-Manṣūrī and the school of Izmirī came to the fore while a literature of taḥrīrāt had been developing related to these two schools. In one of these two, namely that of al-Manṣūrī, loyality to the line of Ibn al-Jazarī was essential and taḥrīrāt instruction was provided in line with the work Taḥrīr al-ṭuruq wa-al-riwayāt fī al-qirā’āt and Ḥall mujmalāt al-Ṭayyiba. Whereas the school of Izmirī acted against Ibn al-Jazarī’s method and gave instruction of taḥrīrāt according to ‘Umdat al-‘irfān and Badā’i‘ al-burhān. Muḥammad b. Aḥmad al-Mutawallī (d. 1313/1895), a follower of the school of İzmirī stated that he had been influenced in first phases of his life by the works of Ibn al-Jazarī and that he thus admitted his understanding of taḥrīrāt. However, after he was affiliated with that of Izmirī he began to follow Izmirī’s line clearly and went on as such. Yet, al-Mutawallī deviated from time to time from his own school’s premises in his works al-Rawḍ al-naḍīr and Fatḥ al-karīm. So much so that he did not make no bones about criticising the founder of the school, Muṣṭafā b. ‘Abd ar-Raḥmān al-Izmirī (d. 1155/1742). For this, some evaluates al-Mutawallī’s understanding of taḥrīrāt as a distinct school. The academic works done in Turkey relate to the matter focused on the rise of taḥrīrāt, relevant schools, and its literature. The first reason for us to write this article is the fact that the studies about taḥrīrāt in Turkey concentrate on the same perspective and that research have not been carried out yet about the inclination of the recent scholars of taḥrīrāt regarding these schools. Another reason for our interest in the topic is that the reasons for Ibn al-Jazarī to compile al-Durra al-muḍiyya are not still certain for us and that the nature of the works compiled on the former (al-Durra) are not fixed and revealed yet. Together with all of these, that there exist passages or comments in the exegeses written about al-Durra al-muḍiyya forces us to assess theses exegeses in terms of taḥrīrāt. This is because almost all scholars that have written an exegesis about al-Durra has put forward, apart from making interpretation, his personal knowledge about the recitation, too. We studied the methodology chapter of the exegesis work Sharḥ al-Durra al-muḍiyye by ‘Abd al-Fattāḥh al-Marsafī, (d. 1989) one of al-Durra commentators, researching what method of comment is observed by the writer. Then we examined his assessments of taḥrīrāt. As a result, we agreed that al-Marsafī followed principles of the school of Izmirī-Mutawallī and that he thus belonged to way of ‘azīma; that he preferred al-Mutawallī where al-Izmirī and al-Mutawallī differed.
We attempted in this article to disclose al-Marsafī’s identity in terms of taḥrīrāt, the methods admitted by the schools of taḥrīrāt, which works as representative of these schools are followed or studied and where, for what objectives Ibn al-Jazarī compiled his work al-Durra al-muḍiyya, and finally what works have been written down on al-Durra so far in terms of taḥrīrāt.
Ebû Amr ed-Dânî’nin (ö. 444/1053) kaleme aldığı et-Teysîr fi’l-kırââti’s-seb‘ adlı kitabı ve Şâtıbî’nin (ö. 590/1194) bu eseri Hırzü’l-emânî ve vechü’t-tehânî adıyla nazmettiği çalışması, İbn Mücâhid’in (ö. 324/936) kıraatleri yedi ile sınırlaması sonrasında yedi kıraat tedrisatının iki ana kaynağı olmuştur. Kıraat tedrisatının pratikte bu eserlerle sınırlı kalması sebebiyle insanlar, et-Teysîr ve Hırzü’l-emânî dışında kıraat birikimi olmadığı vehmine kapılmışlar hatta daha da ileri giderek kıraat ilmini bu iki eserden ibaret zannetmişlerdir. İbnü’l-Cezerî (ö. 833/1429) bu durumun farkına vararak kıraat tarîklerini genişçe ele aldığı en-Neşr fî’l-kırââti’l-aşr’ı telif etmiştir. O, bu eserini ilk önce Takrîbü’n-Neşr adıyla özetlemiş, daha sonra Tayyibetü’n-Neşr adıyla manzum hâle getirmiştir. en-Neşr ve Tayyibetü’n-Neşr’deki tarîklerin et-Teysîr ve Hırzü’l-emânî’ye göre çok geniş olması, İbnü’l-Cezerî’nin et-Teysîr’i on kıraate tamamlamak için Tahbîru’t-Teysîr adlı eserini, Hırzü’l-emânî’yi on kıraate tamamlamak içinse ed-Dürretü’l-mudıyye adlı eserini yazmasını gerektirmiştir. İbnü’l-Cezerî’nin Tahbîru’t-Teysîr ve ed-Dürretü’l-mudıyye’yi yazmasıyla birlikte kıraat ilmi tedrisatında farklı tarîkler oluşmuştur. ed-Dürretü’l-mudıyye ve Hırzü’l-emânî’yi ana kaynak olarak kabul eden Mısır Tarîki, Tahbîru’t-Teysîr ve et-Teysîr’i ikincil kaynak olarak kullanmıştır. Tahbîru’t-Teysîr ve et-Teysîr’i ana kaynak olarak kabul eden İstanbul Tarîki ise ed-Dürretü’l-mudıyye ve Hırzü’l-emânî’yi ikincil kaynak olarak kullanmıştır. Her iki tarîk de el-aşru’s-suğra olarak isimlendirilmiştir. İbnü’l-Cezerî’nin en-Neşr, Takrîbü’n-Neşr ve Tayyibetü’n-Neşr adlı eserlerinin muhtevası da el-aşru’l-kübrâ müfredatının içeriğini oluşturmuştur. Ayrıca Türkiye’de el-aşru’s-suğrâ “Aşere”, el-aşru’l-kübrâ da “Takrîb-Tayyibe” olarak isimlendirilmiştir.
Kıraat ilminin en önemli alanlarından biri olan tahrîrât ilmi, rivayet kapsamları sınırlı olduğu için Hırzü’l-emânî ve ed-Dürretü’l-mudıyye’de oldukça dar çerçevede kalmıştır. Bununla birlikte tahrîrât ilmi, İbnü’l-Cezerî’nin en-Neşr ve bu eserin manzum hâli Tayyibetü’n-Neşr’i telif etmesiyle birlikte daha geniş yelpazede ele alınmaya başlamıştır. Zira İbnü’l-Cezerî bu iki eserinde yaklaşık bin tarîke yer vermiştir. Dolayısıyla onun bu eserlerini kaleme alması sonrasında rivayet ve tarîklerde ortaya çıkabilecek karışıklığın önüne geçmek amacıyla tahrîrât ekolleri teşekkül etmiş, bunlar arasında “Mansûrî Ekolü” ve “İzmîrî Ekolü” ön plana çıkmış ve her iki ekolle alakalı tahrîrât edebiyatı oluşmuştur. Bu iki ana ekolden Mansûrî ekolünde İbnü’l-Cezerî’nin çizgisinden çıkılmamış ve genel olarak tahrîrât tedrisatı Tahrîru’t-turuk ve’r-rivâyât fî’l-kırâât ve Hallü mücmelâti’t-Tayyibe adlı eserler üzerinden takip edilmiştir. İzmîrî ekolünde ise İbnü’l-Cezerî’nin yönteminin dışına çıkılmış ve çoğunlukla tahrîrât tedrisatı Umdetü’l-irfân ve Bedâi‘u’l-burhân üzerinden yapılmıştır. İzmîrî ekolünün takipçilerinden Muhammed b. Ahmed el-Mütevellî (ö. 1313/1895), hayatının ilk dönemlerinde İbnü’l-Cezerî’nin eserlerinden etkilendiğini ve onun tahrîrât anlayışını benimsediğini ifade etmiştir. Ancak o, İzmîrî’nin tahrîrât anlayışına muttali olduktan sonra açıkça onun çizgisini takip etmeye başladığını söylemiştir. Buna rağmen Mütevellî er-Ravdu’n-nadîr ve Fethu’l-Kerîm adlı eserlerinde yer yer mensubu olduğu ekolün görüşlerinin dışına çıkmıştır. Öyle ki bazen ekolün kurucusu olan Mustafa b. Abdurrahman el-İzmîrî’yi (ö. 1155/1742) eleştirmekten de geri durmamıştır. Bu sebeple Mütevellî’nin tahrîrâttaki yaklaşımını farklı bir ekol olarak değerlendirenler olmuştur. Tahrîrâtla alakalı Türkiye’de yapılan akademik çalışmalarda ise tahrîrât ilminin ortaya çıkışına, tahrîrât ekollerine ve tahrîrât edebiyatına yoğunlaşılmıştır. Söz konusu bu çalışmaların aynı bakış açısı üzerine yoğunlaşması ve son dönem kıraat âlimlerinin tahrîrât ekollerinden hangisine daha yakın olduğunu tespit edecek çalışmaların henüz kaleme alınmamış olması bizi bu makaleyi yazmaya yönlendiren ilk husus olmuştur. Bu konu üzerine eğilmemizi gerekli kılan diğer mevzu ise İbnü’l-Cezerî’nin ed-Dürretü’l-mudıyye adlı eserini hangi gerekçelerle yazdığının net bir şekilde tespit edilmemiş olması ve onun bu eseri üzerine yazılan tahrîrât eserlerinin mahiyetinin henüz ortaya konulmamış olmasıdır. Bununla birlikte ed-Dürretü’l-mudıyye üzerine yapılan şerhlerde tahrîrâtla alakalı konulara yer verilmiş olması, bu şerhlerin tahrîrât ilmi açısından değerlendirilmesini de gerekli kılmaktadır. Zira ed-Dürretü’l-mudıyye üzerine şerh yazan hemen her âlim, bir taraftan bu eserin şerhini yaparken öte yandan şerh esnasında kıraat ilmiyle alakalı var olan birikimini ortaya koymuştur. Bu bağlamda ed-Dürretü’l-mudıyye üzerine yazılan şerhler arasından Abdülfettâh el-Mersafî’nin (ö. 1989) Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye adlı şerhinin usûl kısmı incelenmiş ve bu kısımda şerh için nasıl bir yöntem takip ettiği irdelenmiştir. Daha sonra müellifin tahrîrâtla alakalı yapmış olduğu değerlendirmeler ele alınmıştır. Yapılan inceleme sonucunda Mersafî’nin İzmîrî-Mütevellî çizgisini takip ettiği; yani azimet ehlinden olduğu, İzmîrî ile Mütevellî’nin farklı düşündüğü hususlarda ise Mütevellî’nin değerlendirmelerini tercih ettiğini tespit edilmiştir.
Bu makalede, Mersafî’nin tahrîrâtçı kimliğinin tespitinin yanı sıra tahrîrât ekollerinin takip ettikleri yöntemler, bu ekolleri temsil eden eserlerden hangilerinin nerelerde takip edildiği, İbnü’l-Cezerî’nin ed-Dürretü’l-mudıyye adlı eserini hangi sebebe binaen kaleme aldığı ve bu eser üzerine tahrîrâtla alakalı yazılan eserlerin neler olduğu ele alınmıştır.
Primary Language | Turkish |
---|---|
Journal Section | Research Article |
Authors | |
Publication Date | June 26, 2020 |
Published in Issue | Year 2020 |
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi açık erişimli bir dergidir
Açık Erişim Politikası için tıklayınız.