Tüzel kişilik hukuk tarihi açısından yeni sayılabilecek bir meseledir. Tüzel kişilik, ilk önce fiilen Avrupa’da şirketlerde uygulanmış, tartışılmış ve sonra kanunlaştırılmıştır. Bu sebeple Avrupalı hukukçular konuyla ilgili çeşitli teoriler ileri sürmüşlerdir. İslam hukukçuları tüzel kişiliği on dokuzuncu yüzyıldan itibaren tartışmaya başlamışlardır. Türkiye’de konuyla ilgili tartışmalar pozitif hukukçular ve İslam hukukçuları olmak üzere iki boyutlu devam etmektedir. Pozitif hukukçular daha çok Avrupa menşeili teoriler çerçevesinde konuyu ele alırlarken, İslam hukukçuları, meselenin meşruiyeti açısından naslar ve fıkıh müdevvenatı çerçevesinde tartışmaktadırlar. İslam hukukçuları tüzel kişilik yaklaşımlarını kişi (şahıs), şahsiyet (kişilik), zimmet ve ehliyet konularına ait İslam hukukunun prensipleriyle devlet, beytülmal, vakıflar ve ibadethaneler gibi örnek müesseseler etrafında konuyu izaha çalışmaktadırlar. Zimmetin itibârî olması ile hükmî şahsın itibârî olmasını birbirine benzetmektedir. Zimmetle tüzel kişiliğin bu benzerliği, İslam hukuku açısından tüzel kişiliğin kabul edilmesini zorunlu hale getirmektedir. Toplumsal ve malî maslahat, bu zorunluluğun asıl sebepleridir. Gerçek ve tüzel kişiler, şahıs olarak isimlendirilmelerine rağmen, başta hakîkîlik ve hükmîlik nitelikleri, bu şahsiyetleri bir birbirinden farklı hale getirmektedir. Klasik İslam hukuku kaynaklarındaki şirketlerin şekil, kuruluş ve tasfiyesine dair mahkeme kayıtlarını inceleyen bazı modern hukukçu ve iktisatçılar, şirketlerin şahıs şirketi olmasından yola çıkarak, İslam hukukunda şirketler açısından tüzel kişiliğin mümkün olmadığını söylemişlerdir. Hukukçulardan bazıları tüzel kişilik hakkında müspet görüşe sahipken bazıları menfi görüşe sahiptir. Bunlar doğrudan tüzel kişiliği reddedenler ve tüzel kişiliği kabul etmekle beraber İslam hukuku açısından mümkün olmadığını iddia edenler olmak üzere iki taraflıdır. Hukukçulara göre kişi, haklardan faydalanma ve hak sahibi olabilme açısından öncelikli olarak insandır. Onlara göre gerçek şahsın yanında usulüne göre meydana gelen insan ve mal toplulukları da hükmen şahıstır. Bunlar kendilerini meydana getiren insan ve mallardan müstakil olarak hak iktisap eder, borç altına girerler. Bu durumda hukuk açısından şahıs, maddi değil hukuki bir mefhumdur. Modern hukuk sistemlerinde, gerçek kişinin yanında tüzel kişinin de hak ehliyetiyle, hak ve borçlara mal varlığıyla taraf olduğu düşünülmüştür. Bu durum insanın sosyal hayattaki yalnız vücut varlığını değil, yerini, rolünü ve onun hak sahipliği sıfatının öne çıkarıldığını göstermektedir. Medeni Hukukçular, tüzel kişinin ehliyetini hak ve tasarruf ehliyeti olarak ikiye ayırarak İslam hukukçularıyla ittifak etmişlerdir. Temeli zimmet vasfına sahip olmak olan hak ehliyeti, tüzel kişilerin haklar edinmeye ve borçları üstlenmeye ehil olmasıdır. İkincisi fiil ehliyetidir. Şahsın kendi fiiliyle haklar kurmak ve borçlar vücuda getirme ehliyetidir. Tüzel kişiler kanuna ve kuruluş belgelerine göre, gerekli organlara sahip olmakla fiil ehliyetine sahip olurlar. Medeni Kanun’un fiil ehliyetine ilişkin hükümleri, ticaret hukuku tüzel kişilerine de uygulanmaktadır. Fiil ehliyeti, bir yandan hukuki muamele ehliyeti; diğer yandan da hukuka aykırı fiillerinden sorumluluk (isnat) ehliyeti olarak ayırt edilir.
Bu çalışmada meselenin bu hali resmedilmeye çalışılmaktadır. Bugün dünyada hakiki şahsın yaşamı hükmi şahısların varlığına sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanlar kendi ürettikleri bu varlıklara muhtaçtırlar. Çünkü bu varlıklar fert ve toplumun menfaatlerini temin ihtiyacından doğmuştur. Gerçek kişi topluluklarında tüm hak ve sorumluluklar hakiki şahıs vasıtasıyla devam ettirilirken, tüzel kişilikte organları marifetiyle yerine getirilir. Hakkın iktisabı ve borç sorumluluğu gerçek kişilerden, vücub-hak ehliyetine bağlı olarak zimmete sahip insan ve mal toplulukları olan tüzel kişiliğe devredilmiştir. İslam hukuku açısından tüzel kişiliğin gerçekliği, hak ve sorumluluklara haiz olup olamayacağı, meşruiyeti ve sınırları tartışmanın odak noktasını oluşturmaktadır.
Legal entity is an issue that can be considered new in terms of legal history. Legal entity was first implemented in companies in Europe, discussed and later enacted. For this reason, European jurists have put forward various theories on the subject. Islamic jurists have begun to discuss legal entity since the nineteenth century. The debates on the subject in Turkey continue in two dimensions as positive lawyers and Islamic lawyers. While the positive jurists deal with the issue within the framework of theories of European origin, Islamic jurists discuss the legitimacy of the issue within the framework of verse of the Koran and Hadith and fiqh collections. Islamic jurists try to explain their approach to legal entity around the principles of Islamic law regarding person (person), personality, debit and sufficiently, and exemplary institutions such as the state, beytülmal, foundations and places of worship. According to jurists, a person is primarily a human being in terms of benefiting from and being entitled to rights. In this respect, every human being is a person. According to them, besides the real person, the groups of people and goods that are formed according to the procedure are also legal entity . They acquire rights and incur debts independently of the people and goods that compose them. In this case, in terms of law, the individual is a legal concept, not a material one. In modern legal systems, it has been thought that besides the real person, the legal person is also a party to the rights and debts with its assets. This situation shows that not only the physical existence of a person in social life, but also his place, role and his title of entitlement are emphasized. Civil jurists have allied themselves with Islamic jurists by dividing the legal person's capacity into two as right and disposition capacity. The basis of which is to have the qualification of dhimma, is the ability of legal persons to acquire rights and undertake debts. The second is the capacity to act. It is the capacity of the person to establish rights and create debts by his own action. Legal entities have the capacity to act by having the necessary organs, in accordance with the law and their establishment documents. The provisions of the Civil Code regarding the capacity to act are also applied to commercial law legal entities. The capacity to act, on the one hand, the capacity to act; On the other hand, it is distinguished as the capacity to be responsible for the unlawful acts.
In this study, this state of the issue is tried to be depicted. Today, the life of the real person in the world is tightly dependent on the existence of legal persons. People need these beings that they produce themselves. Because these assets have arisen from the need to provide the benefits of the individual and society. While all rights and responsibilities in legal persons are fulfilled through their bodies, they are continued by means of real persons in real person partnerships. In other words, the acquisition and responsibility of the right has been transferred from real persons to legal entities, which are groups of people and property that have embezzlement, depending on their capacity to form and right. In terms of Islamic law, the focal point of the discussion is on the reality of legal personality, whether it can have rights and responsibilities, its legitimacy and limits.
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Konular | Din Araştırmaları |
Bölüm | Araştırma Makaleleri |
Yazarlar | |
Erken Görünüm Tarihi | 19 Aralık 2021 |
Yayımlanma Tarihi | 30 Aralık 2021 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2021 Sayı: 17 |
Amasya İlahiyat Dergisi-Amasya Theology Journal Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.