Hilafetin Memlükler’den Osmanlılara intikalini sağlayan Mısır’ın fethine (1517) bağlı olarak gelişen hadiselerden biri, Haremeyn’in Osmanlı topraklarına dâhil olmasıdır. Hac mekânlarını barındıran Hicaz’ın Osmanlı ülkesinde yer alması, onu dünya Müslümanları nezdinde ayrıcalıklı bir konuma yükseltmiştir. Haccın uluslararası mahiyeti sebebiyle çok çeşitli ülkelerden Müslümanlar Osmanlı ülkesine gelmeye başlamıştır. Buna bağlı olarak Osmanlı yönetiminin, hacıların meseleleri üzerinden onların devletleri ile temas halinde olması gerekmiştir. XVI. yüzyıl ortalarından itibaren Osmanlı dış siyasetinde din faktörünün etkisini, açık bir şekilde hac organizasyonu üzerinden gözlemlemek mümkündür. Dış siyaset gündeminde yer alan ana konulardan birini, hac ibadeti ve hacılarla ilgili konular teşkil etmiştir. Bu makalede Osmanlı Devleti’nin hac ibadeti ve bilhassa hüccâcın güvenliği gerekçesiyle dost ve düşman devletlerle ne tür temaslar kurduğu ve bu temasların Osmanlı dış siyasetindeki yeri, arşiv belgeleri ışığında ele alınmıştır. Osmanlı Devleti’nin Haremeyn yönetimi ve haccı organize etmesi, dört asır boyunca devam etmiştir. Uzun bir süre olması sebebiyle burada konu, XVI. yüzyılın ikinci yarısından bir kesit olan Sultan II. Selim ve Sultan III. Murad dönemleri ile sınırlandırılmıştır. Söz konusu dönemlerde hacıların yol güvenliği meselesi, halifelik misyonu sebebiyle Osmanlı Devleti’ni en çok uğraştıran konu olmuştur. Haremeyn’e ulaşım konusunda uluslararası düzeyde sorun yaşayan yabancı ülke Müslümanları, Osmanlı resmî makamlarına müracaat ederek yardım taleplerini dile getirmekteydi. Yaşanan olumsuzluklar karşısında Osmanlı padişahından halife sıfatıyla tavır alması ve irade göstermesi beklenmekteydi. Nitekim XVI. yüzyıl başlarında kurulan Şiî ideolojiye sahip Safevîler Devleti, coğrafî olarak Asya’daki Türk Hanlıkları ile Osmanlı Devleti arasında yer almaktaydı. Sınır komşuları olan bu devletlerle askerî ve siyasî mücadele halinde olan Safevîler, Türkistan’dan hacca gideceklere engel çıkararak kendi sınırlarından geçmelerine izin vermemekteydi. Türkistanlı hacılar, alternatif güzergâh olarak Hazar-Astarhan-Kırım-Karadeniz-İstanbul hattına yönelerek uzun bir yolculuk neticesinde hilafet merkezine gelmekte ve buradan yine Anadolu içlerinden geçerek Şam hareket noktasına vâsıl olmakta, oradan da Haremeyn’e gidebilmekteydi. Ancak asrın ortalarında Rusların Kafkaslar ve Asya içlerine doğru nüfuz alanlarını genişletmeleri nedeniyle Türkistan hacılarına bu yol da kapanmıştı. Bunun üzerine Türkistanlı hacılar, Dersaâdet’e geldiklerinde devlet ileri gelenleri ile görüşerek onlara yaşadıkları yol sorununu ve yardım taleplerini iletmişlerdir. Böylece Osmanlı Devleti, hem Safevîlere hem de Ruslara karşı askerî ve siyasî üstünlük sağlayacak bir hamle olarak Astarhan seferi ile Don-Volga kanal projesini gündeme getirmiştir. Diğer taraftan Osmanlı Devleti’nin Akdeniz üzerindeki varlığını hazmedemeyen ve gemi seyahatlerini engelleyip tüccar ve hacıları esir alan deniz korsanları ile mücadele edilmiş; bu doğrultuda Sultan I. Süleyman döneminde yapılan fetihlerin yanı sıra Sultan II. Selim zamanında Sakız ve Kıbrıs adaları fethedilmiştir. Osmanlı gücünü yanlarında görmek isteyen Hint sahillerindeki Müslüman sultanlıklar da Osmanlı Devleti’nden yardım istemiştir. Osmanlı donanması, Hint sahillerinde Portekizlilerle karşı karşıya gelmiş olmakla birlikte deniz aşırı coğrafyalarda kısmî bir etkinlik gösterebilmiştir. Bu kapsamda Osmanlı donanmasının Akdeniz üzerinden Kızıldeniz’e, oradan da Hint Okyanusu’na ulaşmasını sağlamak ve mezkûr denizlerde daha güçlü bir varlık ortaya koymak amacıyla Süveyş’ten kanal açılması düşünülmüş; ancak bu fikir, proje düzeyinde kalmış, uygulamaya geçilmemiştir. XVI. yüzyılın ikinci yarısında meydana gelen tüm bu hadiseler, şunu göstermektedir ki; Osmanlı Devleti, sadece kendi sınırlarına yakın coğrafyalardaki Müslümanların değil çok uzakta bulunan Müslümanların da yardım ümidi olarak görülmüştür. Sünnî İslâm dünyasının halifesi sıfatını taşıyan Osmanlı padişahlarından beklenen şey, ister sınırları dâhilinde olsun ister dışında olsun Müslümanların hukukunu korumaktı. Osmanlı Devleti, başka Müslüman ülkelerin devlet yöneticilerinin hac ziyaretleri sebebiyle gerekli tedbirleri almayı önemsemiştir. Bu bağlamda halifelik imajını uluslararası kamuoyunda ya da Haremeyn bölgesinde sarsacak fiil ve uygulamalara müsamaha göstermemiştir.
Bu çalışma, etik kurul izni gerektirmeyen nitelikte olup kullanılan veriler literatür taraması/yayınlanmış kaynaklar üzerinden elde edilmiştir. Çalışmanın hazırlanma sürecinde bilimsel ve etik ilkelere uyulduğu ve yararlanılan tüm çalışmaların kaynakçada belirtildiği beyan olunur.
Bu araştırmayı desteklemek için dış fon kullanılmamıştır.
One of the significant outcomes of the conquest of Egypt in 1517, which marked the transfer of the Caliphate from the Mamluks to the Ottomans, was the inclusion of the Harameyn (Holy Cities of Macca and Madina) into Ottoman territories. The incorporation of the Hejaz, which houses the sacred sites of the Hajj, elevated the Ottoman Empire to a privileged position in the eyes of Muslims worldwide. Due to the international nature of the Hajj, Muslims from various countries began traveling to Ottoman lands. Consequently, the Ottoman administration found itself engaging with the states of these pilgrims to address their concerns. From the mid-16th century onwards, the influence of religion on Ottoman foreign policy became particularly evident through the organization of the Hajj. Issues related to the pilgrimage and the pilgrims emerged as one of the central topics on the agenda of Ottoman foreign policy. This article examines the types of interactions the Ottoman Empire established with friendly and hostile states concerning the Hajj pilgrimage, particularly focusing on the safety of the pilgrims. It also explores the role these interactions played in Ottoman foreign policy, using archival documents as primary sources. The management of the Harameyn and the organization of the Hajj remained under Ottoman control for four centuries. Due to this extended timeframe, the scope of this study is limited to the second half of the 16th century, specifically the reigns of Sultan Selim II and Sultan Murad III. During this period, the issue of ensuring the safety of pilgrims’ routes posed significant challenges for the Ottoman Empire, closely tied to its caliphal mission. Muslims from foreign countries who faced international difficulties reaching the Harameyn often sought assistance from Ottoman authorities. In times of adversity, it was expected that the Ottoman Sultan, as caliph, would take a stance and provide solutions. For instance, the Safavid Empire, which adhered to a Shia ideology and was geographically situated between the Turkic Khanates of Central Asia and the Ottoman Empire obstructed the passage of pilgrims from Turkestan through its territories. As an alternative, Turkestani pilgrims traveled the Caspian-Astrakhan-Crimea-Black Sea-Istanbul route, enduring a long journey to reach the center of the caliphate. From Istanbul, they continued through Anatolia to Damascus, the main departure point for the Hajj, before finally reaching the Holy Cities. However, buy the mid-century, Russian expansion into the Caucasus and Central Asia closed this route as well. Consequently, Turkestani pilgrims, upon arriving in Istanbul, conveyed their difficulties and requests for assistance to Ottoman officials. In response, the Ottoman Empire initiated the Astrakhan campaign and the Don-Volga canal project as strategic moves to assert military and political dominance over the Safavids and the Russians. Simultaneously, the Ottoman navy dealt with Mediterranean pirates who disrupted maritime travel, capturing merchants and pilgrims. In addition to the conquests during Sultan Süleyman I’s reign, Sultan Selim II expanded Ottoman control by capturing the islands of Chios and Cyprus. Furthermore, Muslim sultanates along the Indian Ocean, eager to see Ottoman power in their regions, sought assistance from the empire. Although the Ottoman navy engaged with the Portuguese in the Indian Ocean, its influence in overseas territories remained limited. As part of broader maritime strategies, the idea of constructing a canal from Suez to the Red Sea and ultimately to the Indian Ocean was proposed but remained unrealized. These developments in the second half of the 16th century demonstrate that the Ottoman Empire was regarded as a beacon of hope not only for Muslims in neighboring territories but also for those in distant lands. As the caliph of the Sunni Islamic world, the Ottoman sultans were expected to safeguard the rights of Muslims, whether within or beyond their borders. The Ottoman administration placed great importance on ensuring the necessary precautions were in place for the pilgrimage of Muslim leaders from other states. In this context, the Ottomans took a firm stance against any acts or policies that could tarnish the caliphate’s image in the international arena or in the region of the Harameyn.
This study does not require ethics committee approval, as the data used were obtained from literature review/published sources. It is declared that scientific and ethical principles have been followed while carrying out and writing this study and that all the sources used have been properly cited.
The author acknowledges that she received no external funding in support of this research.
Primary Language | Turkish |
---|---|
Subjects | History of Islam |
Journal Section | Articles |
Authors | |
Publication Date | March 15, 2025 |
Submission Date | October 18, 2024 |
Acceptance Date | January 20, 2025 |
Published in Issue | Year 2025 Volume: 12 Issue: 1 |
Journal of Eskisehir Osmangazi University Faculty of Theology (ESOGUIFD) is licensed under a Creative Commons Attribution Non-Commercial 4.0 International license.