Determinist thought with its sui generis view on life, nature and being as a whole is a point of view that could be observed in many different cultures and beliefs. It was thanks to Greek thought that it ceased to be a cultural element and transformed into a systematic cosmology. Schools such as Leucippos, then Democritos and Stoa attempted to integrate the determinist philosophy into ontology and cosmology.
In the course of time, physics and metaphysics-based determinism approaches were introduced, and a wide spectrum has emerged from genetics to behaviorism, from culture to psychology, from atomism to divinity. Determinism, whether physical or metaphysical origin, ignores freedom of will and deny agency competence over human behavior. Due to this feature, it is opposed by ethical theories, legal philosophies and religions. When the arguments for determinism are possible to disprove logically and philosophically, this is not so easy when the claims base themselves on scientific base.
As the logical consequence of this novel fact, it is important to question the epistemological value of scientific knowledge and critically analyze the data of experiments and clinical studies in terms of methodology when answering any hypothesis such as neuro-biological, neuro-psychological, or neuro-theological argumentations. On the other hand, it is necessary to reach alternative experiments on the same subject or to show that it is possible to interpret them in different ways, as in the example of the Libet experiment.
The neurobiological determinism based on biological reductionism, emerged as the result of ignoring the ontological difference of the mind, equating the mind with the brain, or defining mentality as an epiphenomenon of the brain. The main divergence stems from the acceptance of materialist philosophy. Paradigms that reduce existence only to matter do not take the metaphysical possibilities into account. In this case, although the problems called qualia or subjective experience stand there unresolved, the claim is preserved. Although many new developments such as the discovery of the entropy law, the big bang theory, and quantum physics have shaken the materialist philosophy, modern science resists an epistemological revision. However, with the current epistemology, it does not seem possible to grasp both the universe and the being as a whole. This is the most important reason why every attempt to understand the nature and spiritual side of human beings fails despite numerous experiments on the brain.
However, the human brain is an organ that seems sophisticated and its secrets cannot be easily solved. Since there is not enough information about the brain, there is not enough evidence to claim that the brain, and therefore the mind, are part of the deterministic universe.
Increasing brain researches since the last quarter of the twentieth century has revealed that genes, neurons and particularly brain chemistry claim much greater role than expected in human behavior. These results have been instrumentalized by some researchers for a radical claim that free will is an illusion, while by others it has led to the acceptance of will as less important over actions than was thought. Both ideas adopted a model of biological determinism in which freedom of will was ignored. Hypotheses based on controversial interpretations of various experiments raised concerns about religious, moral, and legal responsibility. Although man cannot be thought of as a non-free being from the point of view of common sense, the smog screen over the truth would not be lifted unless the scientific data in question had a correct interpretation. At first glance, it seems unreasonable to discuss universal determinism in the quantum universe. Nevertheless, the claim that strong causality prevails in the material world, including consciousness, remains in place. Therefore, firstly criticizing determinism and then examining biological determinism will help to fix the conceptual framework. This article aims to explain why genetics and neurobiology, while acknowledging their importance in the realization of behavior, can’t completely abolish moral agency.
Some hypotheses attribute consciousness and free will to the physico-shimic structure of the brain, the random activity of neurons, or the ability to automatically transform inputs into outputs with the advantage of genetic information. This is the most sensitive and important point of being human; it attacks free will. Paradoxically, while global civilization of our time promises infinite freedom to human beings the science of the same age tries to prove that it is not free.
Determinist düşünce tarih boyunca çeşitli kültür, inanç ve felsefede farklı veçheleriyle yer etmiş bir bakış açısı; hayatı, doğayı ve bir bütün olarak varlığı anlamlandırma biçimidir. Kültürel bir öğe olmaktan çıkıp sistematik bir kozmolojiye dönüşmesi, Yunan düşüncesiyle birlikte gerçekleşmiştir. Önce Leucippos ardından Democritos ve Stoa okulu gibi ekoller, ontoloji ve kozmolojide determinist bir felsefeyi ispata girişmişlerdir.
İlerleyen zamanlarda fizik ve metafizik temelli belirlenimcilik yaklaşımları ortaya konmuş, genetikten davranışçılığa, kültürden psikolojiye, atomculuktan tanrıcılığa varıncaya kadar geniş bir yelpaze teşekkül etmiştir. İster fizik isterse metafizik kaynaklı olsun bütün türleriyle belirlenimcilik, irade özgürlüğünü yok sayma; insanın davranışları üzerindeki faillik yetkinliğini reddetme iddiası içermektedir. Bu özelliği itibariyle etik kuramları, hukuk felsefeleri ve dinler açısından sakıncalı kabul edilmekte ve karşı çıkılmaktadır. Savlar, felsefi söylevlerden ve argümanlardan müteşekkil olduğunda rasyonaliteden neşet eden karşı söylevlerle çürütmek ya da en azından sarsmak imkân dahilinde iken bilimsel bulgulara dayandırıldığında sadece felsefi ve mantıkî delillerle itiraz kifayet etmemektedir.
Bu nedenle nörobiyolojik, nöropsikolojik, nöroteolojik vb. herhangi bir varsayımı yanıtlarken bilimsel bilginin epistemolojik değerini sorgulamak gerektiği kadar uygulanan deneyler ve klinik incelemelerin verilerini yöntem bilimsel açıdan kritik etmek de önemlidir. Diğer yandan -varsa- aynı konuyla ilgili yapılmış alternatif deneylere ulaşmak ya da Libet deneyi örneğinde olduğu gibi, bunların farklı şekillerde de yorumlanabileceğini ortaya koymak gerekmektedir. Zira klinik ya da deneysel araştırmalar; amaç, yöntem, kapsam ve incelenen konu bakımından bir çerçeve çizerek sonuç elde etmektedir. Verilerin nasıl yorumlanacağı ise çoğu zaman araştırmacının hipotezine, ön kabullerine ya da dünya görüşüne bağlı olarak telif edilmektedir. Araştırmacının kişisel görüşünden bağımsız bir sonuç raporu, mümkün değildir. Nesnellik sorunu, bilimsel araştırmaların temel eksikliklerinden biri durumundadır.
Haddizatında günümüzde bilim, tarihte hiç olmadığı kadar bilgi üzerinde egemenlik sağlamış ve meşrulaştırıcı tek otorite sayılır hâle gelmiştir. Bilimin hayata getirdiği yenilik ve kolaylıklar, kitleler nazarında değerini ve önemini kutsamış ve tartışmasız kılmıştır. O artık neredeyse her şeyi bilebilecek kudrettedir.
Biyolojik indirgemecilikten mantıksal dayanağını alan nörobiyolojik determinizm ise zihnin ontolojik farklılığa dayalı varlığını görmezden gelmenin, zihinle beyni eşitlemenin veya zihinselliği beynin en çok bir epifenomeni şeklinde tanımlamanın doğal sonucudur. Temel ayrışma materyalist felsefenin kabulünden kaynaklanmaktadır. Varlığı sadece maddeye indirgeyen paradigmalar, tabiatıyla fizik ötesi olasılıkları hesaba dahil etmemektedir. Bu durumda her ne kadar qualia ya da öznel deneyim adı verilen problemler, çözülememiş bir şekilde orada öylece dursa da görmezden gelinerek iddia korunmaktadır. Entropi yasasının keşfi, Big Bang teorisi, kuantum fiziği gibi pek çok yeni gelişme materyalist felsefeyi sarsmış olmasına rağmen modern bilim, epistemolojik bir revizyona gitmeye direnmektedir. Oysa mevcut epistemoloji ile gerek evrenin gerekse varlığın bir bütün olarak kavranması mümkün görünmemektedir. Beyin üzerinde yapılan deneylerden yola çıkarak insanın mahiyetini ve manevi tarafını anlamaya yönelik her teşebbüsün akim kalmasının en önemli nedeni budur.
Yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren artan beyin araştırmaları, genler, nöronlar ve genel olarak beyin kimyasının insan davranışı üzerinde beklenenden daha fazla rol oynadığını ortaya koydu. Bu sonuçlar, bazı araştırmacılar tarafından özgür iradenin yanılsama olduğuna yönelik radikal bir iddia için araçsallaştırılırken diğer bazıları tarafından, iradenin eylemler üzerinde sanılandan daha az önemli kabul edilmesine yol açtı. Her iki düşüncede de irade özgürlüğünün göz ardı edildiği bir biyolojik determinizm modeli benimsenmişti. Yapılan çeşitli deneylerin tartışmalı yorumlarına dayanan hipotezler; dinî, ahlaki ve hukuki sorumlulukla ilgili kaygıların artmasına yol açtı. Her ne kadar sağduyu açısından insan, özgür olmayan bir varlık şeklinde düşünülemese de söz konusu bilimsel verilerin doğru bir yorumu bulunmadıkça gerçeğin üzerindeki sis perdesi kalkmayacaktı. İlk bakışta kuantum evreninde, evrensel determinizmi tartışmak makul görünmemekle birlikte bilinci de içerecek şekilde atom-üstü dünyada güçlü bir nedenselliğin hüküm sürdüğü iddiası hâlâ yerini korumaktadır. Bu nedenle öncelikle determinizmi kritize etmek ve ardından biyolojik determinizmi irdelemek kavramsal çerçeveyi belirlemeye yardımcı olacaktır. Bu makale genetik ve nörobiyolojinin, davranışın teşekkülündeki önemini kabul etmekle birlikte ahlaki failliği bütünüyle neden ortadan kaldıramayacağını açıklamayı amaçlamaktadır.
Primary Language | Turkish |
---|---|
Subjects | Religious Studies |
Journal Section | Articles |
Authors | |
Publication Date | June 30, 2021 |
Submission Date | April 11, 2021 |
Acceptance Date | June 24, 2021 |
Published in Issue | Year 2021 Volume: 19 Issue: 1 |
Kader Creative Commons Atıf-Gayriticari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.