Uṣūl al-Fiḳh is a branch of science that aims to analyze the subjects within the scope of Islamic law according to a certain method and hierarchy. According to general and traditional acceptance, this hierarchy consists of the kitāb, sunna, id̲j̲māʿ and kiyās, which are called al-adilla al-sharʿiyya / al-adilla al-arbaʿa. According to those who hold this view, this hierarchy should be taken into account when finding a solution to a legal problem. The above hierarchy also reflects the epistemological understanding of Islamic law, i.e., the source of knowledge and the method of its application. Accordingly, the source of knowledge is revelation, and reason functions as a method for understanding the verses and ḥadīths that reflect revelation. Since revelation is static and social demands and needs are variable or dynamic, people who will use reason, i.e. mud̲j̲tahids or jurists, have important tasks to perform in order to find solutions to these new situations. If we look at the history of Islamic jurisprudence, we will see many examples of the solutions that the mud̲j̲tahids developed for the new situations, demands, and needs that arose, as well as the quality of the method they used to develop these solutions. Throughout Islamic history, Muslim societies have experienced many events, such as the Crusades and the Mongol invasion, which have affected their social institutions and dynamics. These events have led to changes and transformations in Muslim societies, and Islamic law has tried to find solutions to the problems arising from these events. One of the greatest transformative (traumatic) forces facing Islamic societies is the phenomenon of Westernization and the social demands and needs it brings with it. During the final decades of the Ottoman Empire, particularly during the First and Second Constitutional Periods, the topics of 'family' and 'women' constituted some of the most pressing social concerns of the era. These issues, which were shaped by the process of Westernization, prompted considerable debate within the social sphere. The issue of polygamy, which has a legal dimension as well, is the most debated issue of this problem and has been the subject of a considerable number of articles both for and against it. Given the absence of legal regulation on family law in the Med̲j̲elle, which was regarded as the Civil Code of the period, there was a clear expectation and demand for the elimination of this deficiency. In response to these expectations, the Ḥuḳūḳ-i ʿᾹʾile Ḳarār-nāmesi was prepared in 1917 and entered into force. Prior to the decree's enactment, there were significant discussions among Ottoman intellectuals, including Babanzāda Aḥmad Naʿīm (1872-1934) and Manṣūrīzāda Saʿīd Bey (1848-1921), particularly regarding polygamy. In these debates, there were those who argued that a law could be enacted to make monogamous marriage compulsory and prohibit polygamy. Conversely, there were also those who opposed this. Manṣūrīzāda, who considers polygamy to be an impediment to societal advancement as Babanzāda asserts, posits that the legislative authority has the prerogative to prohibit polygamy by making monogamous marriage obligatory through legal regulation. He posits that the issue of polygamy falls within the purview of dj̲āʾiz, and that the legislator is thus empowered to enact legal regulations pertaining to a subject that falls within the scope of dj̲āʾiz. On the contrary, Babanzāda posits that this matter is not within the purview of dj̲āʾiz, and thus the legislator is unable to enact legislation to restrict polygamy. In essence, the debate between them is a debate of method. It is evident that both intellectuals sought to persuade the public while presenting their views and employed certain methods to substantiate their views in the articles they wrote for this purpose. Manṣūrīzāda employs the syllogism method in the science of logic as a means of regulating polygamy through legal means. According to Babanzāda, the use of such a method is to reverse the hierarchy of the al-adilla al-sharʿiyya. Therefore, the assertion put forth by Mansūrīzāda, namely that marriage with one spouse would be legally mandated, is problematic. He maintains that polygamy is subject to regulation through the kitāb, sunna, id̲j̲māʿ, and that it cannot be subjected to a new regulation using the method employed by Manṣūrīzāda. Otherwise, the legislator would be exceeding his authority and intervening in an area that is legally regulated by the Shariʿah. This is an untenable state of affairs. The present study will elucidate Babanzāda's critiques of Manṣūrīzāda's methodology, which was predicated on the premise that polygamy could be constrained by legal regulation on the basis of uṣūl al-fiḳh.
Usûl-i fıkıh, İslâm hukukunun kapsamında yer alan konuların belli bir yöntem ve hiyerarşi doğrultusunda incelenmesini hedefleyen bir bilim dalıdır. Genel ve geleneksel kabule göre bu hiyerarşi, edille-i şer’iyye/ edille-i erba’a olarak adlandırılan kitap, sünnet, icmâ ve kıyastan oluşmaktadır. Bu düşüncede olanlara göre hukukî bir meseleye çözüm üretilirken bu hiyerarşi dikkate alınmalıdır. Mezkûr hiyerarşi İslâm hukukunun epistemolojik anlayışını, yani bilginin kaynağı ve kullanılma yöntemini de yansıtmaktadır. Buna göre bilginin kaynağı vahiy olup akıl, vahyin yansıması olan âyet ve hadislerin anlaşılmasında bir yöntem işlevi görmektedir. Vahiy statik, toplumsal talep ve ihtiyaçlar değişken/dinamik olduğuna göre bu yeni durumlara çözüm üretilebilmesi için aklı kullanacak kişilere, yani müctehidlere/fakihlere önemli görevler düşmektedir. On dört asırlık İslâm hukuk tarihi dikkate alındığında ortaya çıkan yeni durum, talep ve ihtiyaçlara yönelik müctehidler tarafından üretilen çözümleri, çözüm üretirken kullanılan usulün/yöntemin niteliğini gösteren pek çok örnek görülecektir. İslâm tarihi boyunca Müslüman toplumlar Haçlı Seferleri ve Moğol istilası gibi toplumsal kurumlarını ve dinamiklerini etkileyen pek çok olay yaşamış; bu olayların etkisiyle Müslüman toplumlarda değişim ve dönüşümler gerçekleşmiş; İslâm hukuku da bunların ortaya çıkardığı problemlere çözüm bulmaya çalışmıştır. İslâm toplumlarının karşı karşıya kaldığı en büyük dönüştürücü (travmatik) güçlerden biri de Batılılaşma olgusu ve beraberinde getirdiği toplumsal talep ve ihtiyaçlardır. Osmanlı’nın son dönemlerinde –özellikle I. ve II. Meşrûtiyet dönemlerinde- Batılılaşma’nın da etkisiyle hakkında en fazla tartışma yapılan toplumsal sorunlar arasında “aile” ve “kadın” konuları yer almaktadır. Hukûkî boyutu da bulunan bu sorunun en fazla tartışılan, lehinde ve aleyhinde ciddi miktarda yazı kaleme alınan meselesi “taaddüd-i zevcât” konusudur. Dönemin medenî kanunu mesabesinde kabul edilen Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’de aile hukukuyla ilgili yasal düzenleme bulunmadığı için bu eksikliğin giderilmesi yönünde beklenti ve talepler söz konusuydu. Bu beklentilere cevap mahiyetinde olarak 1917 tarihinde Hukûk-ı Âile Kararnâmesi hazırlanıp yürürlüğe girmiştir. Kararnâme yürürlüğe girmeden önce aralarında Babanzâde Ahmed Naim (1872-1934) ile Mansûrîzâde Said Bey’in (1848-1921) de bulunduğu Osmanlı mütefekkirleri arasında özellikle taaddüd-i zevcât konusunda ciddi tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmalarda çıkartılacak bir kanun ile tek eşle evliliğin mecburi kılınıp taaddüd-i zevcâtın yasaklanabileceğini savunanlar bulunduğu gibi buna karşı çıkanlar da olmuştur. Babanzâde’nin iddia ettiği şekliyle taaddüd-i zevcâtı medenileşmenin önünde engel olarak gören Mansûrîzâde ülü’l-emrin, tek eşle evliliği yasal düzenleme ile mecburi tutarak taaddüd-i zevcâtı yasaklama hakkına sahip olduğunu savunmaktadır. Ona göre taaddüd-i zevcât konusu cevâz kapsamında yer almakta; ülü’l-emrin de cevâz kapsamına giren bir konuyla ilgili yasal düzenleme yapma yetkisi bulunmaktadır. Buna karşın Babanzâde bu konunun cevâz kapsamında değerlendirilemeyeceğini; dolayısıyla ülü’l-emrin taaddüd-i zevcâtın kısıtlanması yönünde yasal düzenlemede bulunamayacağını dile getirmektedir. Aslında aralarındaki tartışma bir usul, yöntem tartışmasıdır. Her iki mütefekkirin de kendi görüşlerini serdederken kamuoyunu ikna çabası içinde oldukları ve bu amaçla kaleme aldıkları makalelerinde görüşlerini ispatlama noktasında belli yöntemler kullandıkları görülmektedir. Mansûrîzâde, taaddüd-i zevcâtın yasal düzenleme ile kısıtlanması noktasında yöntem olarak mantık ilmindeki kıyası/kıyâs-ı istisnâîyi kullanmaktadır. Babanzâde’ye göre böyle bir yöntemin kullanılması edille-i şer’iyye hiyerarşisini ters yüz etmektir. Dolayısıyla Mansûrîzâde’nin ulaştığı hüküm, yani tek eşle evliliğin yasal düzenleme ile mecburi tutulacağı iddiası problemlidir. Çünkü ona göre taaddüd-i zevcât; kitap, sünnet ve icmâ yoluyla belli bir düzenlemeye tabi tutulmuş olup Mansûrîzâde’nin iddia ettiği şekliyle yeni bir düzenlemeye tabi tutulabilecek bir konu değildir. Aksi halde ülü’l-emr, yetkisini aşarak şeriat tarafından yasal olarak düzenlenen alana müdahil olacaktır. Bu ise kabul edilebilir bir durum değildir. Mevcut çalışmada Babanzâde’nin, Mansûrîzâde’nin taaddüd-i zevcâtın yasal düzenleme ile kısıtlanabileceği yönündeki iddiası için esas aldığı argümanları kullanma yöntemine usûl-i fıkıh açısından getirdiği eleştirilere ışık tutulacaktır.
Primary Language | Turkish |
---|---|
Subjects | Islamic Law |
Journal Section | Research Articles |
Authors | |
Early Pub Date | June 12, 2024 |
Publication Date | June 15, 2024 |
Submission Date | March 25, 2024 |
Acceptance Date | May 28, 2024 |
Published in Issue | Year 2024 Volume: 7 Issue: 1 |