Abstract
Şiir ve felsefe ilişkisi, eski çağlardan günümüze kadar önemini korumaktadır. Gerek filozofun gerekse de şairin dünyayla ve hayatla olan ilişkisi zaman zaman ortak olsa da ayrılan yönleri de bulunmaktadır. Çünkü filozof ve şair anlamın ve varoluşun derin sorunlarından rahatsız olan kişilerdir. Dilin felsefe ve şiir olarak çatallaşması aynı zamanda hakikatin nasıl ele alınacağı problemini de gündeme taşımıştır. Bu noktada şiir ve felsefe, hakikati kendine özgü yollarla ifade ediyor olsalar da zaman zaman ortak bir çalışma arazisinde buluşabilirler. Ancak bu birliktelikten rahatsız olan filozoflar olduğu gibi, bu birlikteliği olumlayan ve buradan hakikati ele geçirebilecek yeni bir dilin oluşabileceğini düşünen filozoflar da görmek mümkündür. Nitekim bu ilişkiden rahatsız olan ilk kişi şüphesiz Platon’dur. Özellikle Devlet ve Ion diyaloğundaki şair/şiir üzerine düşünceleriyle etkili bir görüş ortaya koyan Platon, felsefe ve şiir arasındaki çekişmede logos’un safında yer alır. Öte yandan Platon’un aksine, felsefe, sanat ve bilim arasında ilişki ağını yeniden tesis etme ihtiyacı güden Nietzsche, kavram ve metafor arasındaki tür karşıtlığını ortadan kaldırıp, sadece (daha az metaforik olan metaforla) bir derece farkı koyarak, şiirle karıştırılma tehlikesi taşıyan, kasıtlı biçimde metaforlar kullanan bir felsefe tipi başlatır. Şiir ve felsefe arasında ayrımlar olsa da en kıymetli şiirlerin bazılarının felsefi bir karaktere sahip olduğunu görürüz. Bu bize felsefe ve şiir arasındaki herhangi bir keskin ayrımın sorunlu olduğunu düşündürebilir. Bizim de bu çalışmada yapmaya çalıştığımız şey, bu ayrımı derinleştirmek değil aksine iki disiplinin kesişiminden yeni bir bakış açısı elde edebilmektir. Bu bağlamda özellikle halk şiirimize yönelik olarak felsefi ilginin artması ile yeni ve özgün yorumlar eşliğinde kültürümüze farklı zenginliklerin dâhil olabileceğini düşünmekteyiz. Bu noktada Karacaoğlan şiirinin derin felsefi alt yapısı bize bir imkân sunabilir. Karacaoğlan’ın ele aldığı, güzel, aşk, doğa, ölüm ve mistisizm ile ilişkili kavramlardaki zengin felsefi yön döneminin oldukça ötesindedir. Karacaoğlan’da tekke ve tasavvuf şairlerinin aksine bu dünyanın ve hayatın bütün boyutlarıyla benimsenmesi söz konusudur. Aşka, sevgiliye, doğaya ve Tanrı’ya bakışının hayatın olumlanması üzerinden gerçekleştiğini görürüz. Kendinde/soyut ve bir ilke olarak “aşkın” bir aşk ve güzellik anlayışı yerine, bu dünyada (kadının bizatihi kendisinde/tekilde) ete kemiğe bürünen, gerçekçi, “oluşa ve bozuluşa tabi” bir kadın, aşk ve güzellik anlayışı bulunduğu görülür. Bu, dünyanın gerçekliği içerisinde aranan ve yer yer erotizm ile birleşen bir aşk ve güzellik anlayışıdır. Doğa burada önemli bir belirleyici özelliğe sahiptir. Doğa, gezgin bir şair olan Karacaoğlan için, aşk, güzel ve sevgilinin içinde bulunduğu bir sahihlik alanı olarak karşımıza çıkar. Bunun yanında zengin bir metafizik anlayışı olsa da din, Tanrı gibi temalar şiirinde belirleyici bir özelliğe sahip değildir. Bu yüzden Karacaoğlan ölümü yücelten bir anlayışa da karşıdır.