Günümüzde devlet ve sivil toplum birbirinden ayrışmış iki alan olarak algılan-makta ve bu iki alan arasındaki dengeli, kurumsallaşmış ancak dinamik etkileşime ise demokrasi denmektedir. Bu etkileşimlerde politik (yasa, hüküm, hiyerarşi), ekonomik (rekabet ve mübadele) ve sosyal (çatışma, paylaşım, kimlik, iş-birliği, güven ve sadakat gibi) alanların ahlâkî ilkeleri ve pratik işleyişleri açısından farklılaşmış -aralarında organik bir bağdan ziyade işlevsel bir ilişkiselliğin- olduğu varsayılmakta ve onaylanmaktadır. Bugün siyaset sürecini, sivil toplumdan gelen talepleri girdi olarak alıp onu yasa olarak dokuyan bir yasama, yasayı politikaya dönüştürüp uygulayan bir yürütme ve tüm bunları bağımsız bir yargının denetlediği mekanik bir sistem olarak tasavvur ediyoruz. Sivil toplum ve devlet arasındaki yukarıda bahsi geçen tarzda bir ayrımın totaliter ve despotik hükümete karşı vazgeçilmez bir gereklilik olduğu inancı neredeyse tüm sivil toplum söylemleri için evrensel bir kabuldür. Devlet ve kilise ayrımı adeta yerini devlet ve sivil toplum ayrımına bırakmıştır. Bu makale bu kabulü sorgulamayı ve eleştirmeyi amaçlamaktadır. Bu eleştirilerden birincisi, devlet ve sivil toplum ayrımına dayalı bir toplum tasavvurunun hiçbir siyasal düşüncenin asli öğesi olmadığıdır. İkinci olarak bu ayrımın merkezî-egemen ulus devlet ide-ali içerisinde gerçekleştirilmeye çalışıldığı fakat bir ayrılmadan çok totaliter, otoriter veya müdahaleci devlet ile sonuçlandığıdır. Bu müdahaleler bireyin siyasa içinde yerini ve katkısını oldukça “silik” hale getirmiştir. Son olarak, devlet ve sivil toplumun iki ayrı tür ve değerler dizisi olarak görülmesinin devleti ciddi bir meşruiyet problemi ile karşı karşıya getirebileceği ve toplumun bir parçası olan idareyi anlaşılmaz kılabileceğidir.
Primary Language | Turkish |
---|---|
Journal Section | Makaleler |
Authors | |
Publication Date | June 15, 2011 |
Published in Issue | Year 2011 Volume: 7 Issue: 28 |
Muhafazakar Düşünce Dergisi