Bu çalışmada, Ehl-i sünnet’in teşekkül döneminden itibaren İslam tarihinin farklı dönemlerinde ve İslam coğrafyasının farklı bölgelerinde ehl-i re’y ile ehl-i hadîs arasında farklı içerik ve boyutlarda yaşanan mücadele, özellikle ehl-i hadîs’in “re’y fıkhı” ve “mezhep” karşıtlığı bağlamında ele alınacaktır. İlk etapta bu mücadelenin fıkıh mezheplerinin teşekkül sürecindeki ve sonrasındaki yansımalarına dair bazı örnekler verilecek ve ehl-i hadîs eğilimine sahip bazı âlimlerin re’y fıkhını mahkûm etmek amacıyla bir geçmiş inşasına giriştiklerine dair tespitler ortaya konmaya çalışılacaktır. İkinci aşamada 19. yüzyılda Hint alt kıtasında ortaya çıkan Ehl-i Hadîs Cemaati’nin önemli temsilcilerinden Sıddîk Hasan Han’ın (ö. 1307/1890) re’y, taklid ve mezhebe intisap hakkındaki görüşleri değerlendirilerek onun da çok daha kapsamlı bir tarih kurgusu yapmaya çalıştığı ve bunun için keskin bir üslup kullandığı gösterilmeye çalışılacaktır. Re’y fıkhını ve taklidi bidʻat, hatta şirk kapsamında değerlendiren ve konuyu fıkhî olmaktan ziyade itikadî boyuta taşıyan Hasan Han’a göre, selef-i sâlihîn döneminin ardından müslümanların yaşadığı en büyük kırılma fıkıh mezheplerinin ortaya çıkmasıdır. Hasan Han İslam’ı doğru anlayıp ihlâsla yaşayabilmek için Kur’an’a ve sahih sünnete ittiba gerekirken, bu dönemden itibaren bir müctehid âlimin görüşlerini taklid etmenin ya da ona nispet edilen fıkıh mezhebine intisab etmenin İslam’ı anlamanın meşrû yolu haline getirilmesine itiraz eder. Ona göre dinî hayatın bütün veçhelerine ve meselelerine dair kuşatıcı ve yeterli bilgi Kur’an ayetlerinde ve sahih hadislerde mevcut olmasına, hadis kitapları sayesinde bu bilgi herkes için ulaşılabilir hale gelmesine rağmen mezhep müntesipleri bu kaynakları görmezden gelip kendi mezheplerinin kitaplarını dini anlayıp yaşamak için yeterli saymışlardır. Bu tavrı Allah’a ve resulüne muhalefet, onların şârî sıfatına ortak koşmak gibi gören Hasan Han, re’y ictihadının yanı sıra icmâ ve kıyas gibi naslar dışındaki şer’î delillerin hemen hepsini geçersiz kabul eder. Onun bu görüşleri merkeze alarak yaptığı fıkıh tarihi kurgusunda mezhep imamları ve her mezhebin müntesipleri arasında var olduklarına inandığı müctehid âlimler ile ictihad kapısının kapandığına inanan mukallid fakihler farklı kategorilerde değerlendirilir. Dört mezhep imamının Kur’an ve sünnete dayalı ictihad yolundan ayrılmadıklarını ve kendi görüşlerinin körü körüne taklid edilmemesi hususunda uyarılarda bulunduklarını sürekli vurgulayan Hasan Han’ın Ebû Hanîfe ve Hanefî mezhebine müntesip fakihler hakkındaki değerlendirmeleri diğer imamlar ve mezheplere nazaran daha olumsuzdur. Hasan Han’a göre en doğru mezhep, her zaman hakkı ve İslam’ın doğru yorumunu temsil ettiklerini iddia ettiği ehl-i hadîsin yoludur. Diğer ilimler gibi fıkıh ilmi ve bu ilmin doğal gelişim seyrinde ortaya çıkan fıkıh mezhepleri de aslında İslam âlimlerinin Kur’an ve sünnetin doğru anlaşılıp yaşanması ve sonraki nesillere aktarılması uğrundaki gayret ve çabalarının bir ürünü olduğu halde Hasan Han tarafından olumsuz bir bakış açısıyla değerlendirilmiştir. Bu çalışma Hasan Han’ın bu tavrının tarihsel ve sosyolojik saiklerini tespite yönelik ipuçları sunmayı hedeflemektedir.
In this study, I will concentrate on the tension between the People of Opinion (ahl al-ra’y) and the People of the Ḥadīth (ahl al-ḥadīth) in various periods and regions of Islamic scholarship starting from the formative period of the Ahl al-Sunna. The tension in question could be based on similar or different contents and dimensions throughout history, depending especially on the People of the Ḥadīth’s approaches to the notions and contexts of the personal jurisprudential opinion (fiqh al-ra’y) and jurisprudential school (madhhab). First, I will analyze historical peculiarities of this tension through providing some exemplary cases from the periods prior to the formation of legal schools in Islam as well as from the periods afterwards. I will attempt to elucidate the heated discussions and efforts of certain scholars from among the Ahl al-Ḥadīth to criticize and discredit the legitimacy of the fiqh al-ra’y by way of designing an artificial history for it. Then, I will focus on the views of Ṣiddīq Ḥasan Khān (d. 1307/1890), one of the leading representatives of the Community of Ahl al-Hadīth that appeared in the Indian subcontinent in the 19th century, with respect to his understanding of following personal religious opinion (ra’y), blind imitation (taqlīd) and jurisprudential school (madhhab). I will argue that Khān attempted to draw a similar negative historical background for the concepts and figures of the Ahl al-Ra’y, though he presented his critique in a much more comprehensive and decisive style. Khān seems to understand the notions of fiqh al-ra’y and taqlīd in the same meaning and context as the notions of religious innovation (bid‘a) and even polytheism (shirk), and thus from a theological perspective rather than a jurisprudential one. In Khān’s views, the formation of the four Sunnite jurisprudential schools was the most critical departure from the period of the Pious Ancestors (al-salaf al-ṣāliḥ). He does not, however, criticize the imams of the schools themselves, on the contrary, he considers them to be among the Pious Ancestors. Khān argues that in order to understand Islam properly and practice its instructions sincerely, a believer needs to follow the Qur’ān and the sound Sunna. But after this departure, the believers stopped following the statements of the Qur’ān and Sunna directly, and embraced blindly the religious opinions formulated by, or attributed to, the expounders of Islamic jurisprudence (mujtahids) instead. Furthermore, some believers even claimed that the principles of the religion of Islam could not be understood competently without such formulations, and for Khān’s view, this was a grave mistake. Khān argues that the verses of the Qur’ān and statements of the Prophet Muḥammad preserved in the authentic ḥadīth sources provide all the necessary and sufficient information about all aspects and questions of religious life. The scholars of ḥadīth compiled sound ḥadīths diligently to satisfy the needs of the believers in this context. With the existence of all these essential materials, Khān asserts, the followers of the madhhabs disregard such reliable sources but hold on to the writings of the scholars of their madhhab. Khān regards this attitude as a kind of rejecting the attribute of law-giving (shāri‘) for God and His Messenger and states that all types of jurisprudential proofs and sources other than the actual religious texts should be disregarded. In line with such views, Khān designs a fictional history of Islamic jurisprudence (fiqh) as well as the notions of ijtihād and mujtahid. He emphasizes that the founders of the four madhhabs embraced diligently the instructions of the Qur’ān and Sunna, followed a religious methodology according to the principles therein, and warned their students and followers against accepting their opinions blindly. In this context, Khān’s treatment of Abū Ḥanīfa and especially the Ḥanafī scholars differs from the imams and scholars of the other madhhabs; for his statements regarding the former are more negative in tone. According to Khān the soundest madhhab in Islam is that of the People of the Ḥadīth. Although the science of Islamic jurisprudence (fiqh) and jurisprudential schools (fiqh madhhabs), just like in the case of other religious scholarly disciplines, appeared and developed in the natural course of history and helped the believers understand the instructions of the Qur’ān and Sunna, and they are products of sincere scholarly efforts to transmit religious knowledge to the following generations, Khān’s understanding and evaluating of the fiqh madhhab has been negative. This study aims to provide clues about the historical and sociological motives behind this attitude of Ṣiddīq Ḥasan Khān
Primary Language | Turkish |
---|---|
Subjects | Islamic Law |
Journal Section | Research Articles |
Authors | |
Publication Date | October 20, 2023 |
Submission Date | August 15, 2023 |
Published in Issue | Year 2023 |