Ölüm, canlı olmanın mutlak bir gerçeğidir ve canlılığın sonudur. Ancak ölüm biyolojik olmaktan çok kültürel ve toplumsal bir olgudur. Ölümün anlamlandırılması ve buna ilişkin tavırlar zaman içinde değişikliğe uğramıştır. Önceleri toplumsal yaşamın bir parçası olarak yaşanan ölüm, on sekizinci yüzyıldan itibaren hastanelerin ve tıp biliminin gelişmesiyle tıbbileşmiş ve toplumsal yaşamdan uzaklaştırılmıştır. Modern toplumda ölüm bireysel bedenin bir hastalığı, dahası arzulanmayan ve gözlerden saklanması gereken bir nitelik kazanmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren ölüme karşı verilen tıbbi mücadelenin başlıca mekânı yoğun bakım üniteleri olmuştur. Çalışma bu mekânların, Foucault’un kriz ve sapma heterotopyaları düşüncesi çerçevesinde değerlendirilmesini amaçlamaktadır
Death is the absolute truth of being alive and is the end of life. But it is a cultural and social phenomenon rather than biological. The signification of death and attitudes towards death have changed over time. The death that prevailed as a natural part of social life in the previous societies was medicalized and removed from social life by the development of hospitals and medical science since the eighteenth century. In modern society death has become to be perceived as a disease of individual body and has gained an undesired and obscured characteristic. Since the second half of the twentieth century, the main space of medical struggle against death has been intensive care units. The study aims to evaluate intensive care units in the context of Foucault's conception of crisis and deviation heterotopias
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Bölüm | Araştırma Makalesi |
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 1 Nisan 2017 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2017 Sayı: 15 |