Modern çağda İslâm düşüncesi ile birtakım
ontolojik küllî kaziyelere ulaşmayı gaye edinen hikmet-i nazariye kasd edilir. Hâlbuki ilim/
zan (episteme/doxa) ayırımına göre lafzen
düşünce, hikmet-i nazariye (ilim) değil, özelde
fıkıh=phronesis denen hikmet-i ameliye (zan)
alanına girer. Fıkıh, beşerî dünyayı düzenleyecek hükümler koymak üzere küllîden hareketle cüz’î problemlere çözümler üretmek,
böylece ilâhî/tabiî hukuk olarak hikmet-i nazariyeyi beşerî dünyaya tercüme etmektir. “İlk
fıkıh” olarak usûl-i fıkıh, düşüncenin dayanacağı aslı, hareket edeceği merkezi, “son fıkıh”
olarak fürû-‘ı fıkıh, açılacağı daireyi gösterir.
Dolayısıyla fıkıhta düşünce/sosyoloji, teoloji/
sosyoloji ayırımları ortadan kalkar, son Osmanlı devrinde Hamdi Yazır, Abdülhakim Arvasî, Ziya Gökalp misallerinde görüldüğü gibi,
fıkhın üç boyutunu (zâhir-bâtın-içtimaî) konu
alan üç kültür (medrese-tekke-mektep), ortak
bir fıkıh dilinde buluşur. Türk sosyolojisinin
öncüsü Ziya Gökalp, usûl-i fıkha içtimaî-tarihî
boyut katarak ulusu kuracak filoloji ile devleti
kuracak sosyolojiyi fıkıh geleneğinde temellendirmeye yöneldi. Ancak Cumhuriyet devri
Türk düşüncesi, fıkıh geleneğinden kopmakla
düşüncenin hareket edeceği merkezi ve açılacağı daireyi, dolayısıyla yerelden evrensele
uzanan köklü ve küllî düşünce üretme imkânını kayb etmiş, Nurettin Topçu misalinde
görüldüğü gibi, entelektüel teşevvüş kaderi
olmuştur. Batı’nın son büyük filozofu sayılan
Martin Heidegger, Batı düşüncesinin yaşadığı
krizin çözümünü fıkıh=phronesis’e dönmekte
bulduğu gibi, Türk düşüncesi de ancak fıkıh
paradigmasına dönmekle yaşadığı çıkmazdan
kurtulabilir
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Konular | Siyaset Bilimi |
Bölüm | Makaleler |
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 1 Eylül 2018 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2018 Cilt: 15 Sayı: 54 |
Muhafazakar Düşünce Dergisi