İmparatorluklar başkenti olarak tarih
boyunca hep bir siyasi merkez tanımlamış olan İstanbul’da inşa edilmiş olan
anıtlar, kutsalı, iktidarı, kamusalı, kentsel mekanı bir araya getiren öğeler
olarak karşımıza çıkar. Bu bir araya gelişin, farklı tarihsel katmanlar içinde
(Roma-Bizans-Osmanlı) süreklilik arz etmesi ise İstanbul’un en dikkate değer,
çarpıcı, belirleyici özelliğidir. Kent silüetinde hakim ve tarihsel süreklilikte
belirleyici olan anıtların yer seçimi tesadüfi olmayıp topoğrafya ve
topoğrafyanın imkan verdiği ölçüde metafizik anlayışlar doğrultusunda
geometrinin belirlediği bir düzende gerçekleşmiştir. Bu bağlamda İstanbul’da
kamusal ve özel arasındaki ayırım, kentsel mekanda tarihsel olarak mevcuttu.
Kamusal yaşam ile özel yaşam arasındaki denge günümüzde öznel/özel mekan lehine
bozulmuştur. Uzlaşma alanı olarak kamusallığın geçirgen sınırlardan oluştuğu
düşünüldüğünde, öteki için kentlileşme sürecinin başlaması, ötekinin
sınırlarının geçirgen hale gelmesiyle mümkündür. Bu süreç içinde, özne ve öteki
tanımı ile geçirgen haldeki sınırlar kentsel değerleri içine alarak
değişecektir. Öteki için değişimi zorlayıcı olarak işleyen bu sürecin sağlıklı
yaşanması kent kültürünün sürekliliği için gereklidir. Ancak İstanbul’da bu
süreç olması beklendiği ya da gerektiği gibi işlememiştir. Başlangıçta geçirgen
olan sınırlar geçirgenliklerini giderek kaybetmiş, aktörler giderek değişime
dirençli hale gelmiş, içlerine kapanmış ve kapanmaya da devam etmektedirler.
Özel ve kamusal arasındaki denge giderek bozulmakta; özel alana, mahremiyete
sığınma, içe kapanmayı ve kent yaşamından, kent yaşamının gereklerinden uzak
durmayı da beraberinde getirmektedir. Bu uzak duruş mümkün olabilmektedir. Ele
geçirilen, zaptedilen özel alan/mekan sürekli surette donatılmakta, tahkim
edilmekte, aynı zamanda kentsel planda, herkesi, her şeyi görür, her yerden,
herkes tarafından görünür hale gelmektedir. Ortak dünya, kamusal olan, giderek
küçülmekte, zayıflamakta, kültürel olarak fakirleşmekte; özel olan sınırsızca
büyümekte, “zenginleşmekte”, talepkar ve cüretkar olmaktadır. Ezici
boyutlardaki ölçeği şaşmış konut blokları, kentin yeni anıtları olmaya adaydır.
Kent imgesinin hakim unsurları, Yeni
Roma-Konstantinopolis-Konstantiniyye-İstanbul’un pagan dönemden itibaren
süreklilik arz eden yedi tepeli kurgusu içinde bu tepeleri taçlandıran kutsal
mekanlar değildir artık.
Istanbul,
the capital of empires, has defined a political centre throughout history. The
monuments constructed therein brought together the sacred, the power, the
public and the urban space. The continuity that this intersection displays
through the layers of history (Roman-Byzantine-Ottoman eras) is the most
striking feature of the city. The selection of the sites on which the landmarks
that dominate the city landscape and that serve as elements providing
historical continuity stand was by no means made at random. The topography and
in so far as the topography allowed, a geometry inspired by metaphysical
concerns was decisive for the urban spatial structure. In this context, from
the very beginning, there was a clear-cut distinction between private and
public in the urban space. However, the balance that was once struck between
these two, public life/space and private life/space, has shifted dramatically
in favour of the latter. Public inevitably implies compromise and accordingly
permeable boundaries. Likewise, the process of urbanisation, in particular the
participation of the “outsiders”, the “others” in the city life entails the
permeability of boundaries. It involves flexibility and even a redefinition of
who the other is or what urban is. Although this process forces change,
especially for the others, it is necessary and crucial for the transmission of
urban culture. As for Istanbul, it should be observed that this process does
not function as expected or as well as it should. Boundaries have become less
and less permeable and actors more and more resistant to change, turning
inward. People finding refuge in privacy and withdrawing to the private sphere
remain distant from the urban life and its requirements. More importantly,
keeping distance turns out to be possible. As a result, the grasped private
space is being equipped, fortified on a continual basis and comes to be capable
of seeing everyone, everything and of being seen by everybody from everywhere.
Our common world, the public space is getting smaller, weaker and poorer;
whereas the private one is growing without limit, being “enriched” and becoming
more demanding and audacious. Enormous residence buildings are candidate for
being the new landmarks of the city. The dominant features of the city image
are no longer the sacred monuments crowning the hills of New
Rome-Constantinople-Konstantiniyye-Istanbul, structured as a seven-hilled city
since the pagan times.
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Bölüm | Makaleler |
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 31 Aralık 2010 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2010 Cilt: 1 Sayı: 2 |