Ölüm bir defaya mahsus ve üzerine kişisel tecrübe olarak konuşulamayan özgün bir yaşantı olarak yaşamın ve varlığın anlamıyla meşgul olan birçok düşünürün ilgisini çekmiştir. Michel Foucault’nun özneyi kendisinden koparan, gayri -öznelleştirici bir girişim olarak tanımladığı sınır-deneyim, ölüm için oldukça elverişli bir kavramdır. Bir sınır deneyim olarak ölüm, birçok düşünür için bir tür göksel özellik taşır. Montesquieu’den, Martin Heidegger’e bazı düşünürler, sırrına erilemez olması ve kaçınılmazlığıyla ona bu dünyadaki yaşama anlamını veren bir tür kutsallık mertebesi atfetmişlerdir. Ölüm, deneyimin sahibi açısından hafızaya işlemeyen, üzerine konuşulamayan ve dolayısıyla kamusal olmayan karakteri nedeniyle kendisi anlamlandırılamadıkça, geri kalan her şeyin, tüm yaşamın ve varlığın anlamının kaynağı olarak öne sürülegelmiştir.
En az ölüm kadar belirleyici olan doğum deneyimi ise uçlara ve sınırlara ilgi duyan filozofların ilgisine mazhar olmamıştır. Bu ilgisizliğin ardında hem doğumun kendine özgü özellikleri hem de düşünme geleneğindeki birtakım eğilimlerin payı vardır. Kendine özgü doğası, doğumun ne ölüm kadar göksel bir olgu ne de bir sınır-deneyim olarak kavranmasını mümkün kılar. Sonuçta doğum, ölüm gibi nihai bir son olmayıp hem bir son hem de bir başlangıçtır. Ayrıca doğan ve doğuran açısından iki kişiye özgü bir deneyimdir; başkalarının varlığına bağımlıdır. Üstelik doğum bir kadın deneyimidir; dişiliğe özgüdür. Doğumun düşünce dünyasında uğradığı değersizleşmede ataerkil örüntüler kadar kuram ile deneyim, zihin ile beden arasındaki hiyerarşinin de bir payı vardır. Ne de olsa doğum, Latin dillerindeki karşılığında olduğu gibi (labor, travail) bedenin emeğini ve buna bağlı acıyı ifade eder. Tefekkür ve entelektüel faaliyetin üst değerler olarak kabul gördüğü ve zihin emeğiyle kol emeğinin bu hiyerarşiye uygun şekilde ayrıştığı kültürümüzde bedensel acının en doğal ve kaçınılmaz sahnesi olan doğum, çoğunlukla üzerine düşünülesi, felsefi ve politik olarak anlamlandırılası bir deneyim olarak görülmemiştir.
Foucault’dan ödünç aldığımız şekliyle doğum pek çok açıdan sınır-deneyimi çağrıştırır. Ancak ölümden farklı olarak onun başkalarının varlığıyla ilişkisi çok daha doğal ve apaçıktır. Doğuran ve doğanın ortak eylemi olarak doğum, her ikisi için de geridöndürülemez ve kişinin artık eskisi gibi olamayacağı bireysel bir deneyimdir. Aynı zamanda doğum, yaşandığı andan itibaren hikayeleştirilebilen, dolayısıyla hafızada kendine yer edinen ve kamusallaşan bir olgudur. Doğum bir yandan benlikte yarattığı döünştürücü etkiyle sınır-deneyimi çağrıştırırken diğer yandan başkalarının varlığına bağımlı yapısıyla sınır-deneyimin çağrıştırdığı hafıza dışılığı tahrif etmekte, onu kamusal bir karakterle donatmaktadır. Bu yönüyle doğumu, sadece son olmayıp başlangıç da olma özelliğiyle, sınır-deneyimin sınırlarını zorlayan bir geçiş deneyimi olarak kavramak mümkündür. Bu çalışmada doğum, Hannah Arendt’in doğumluluğa (natality) atfettiği politik anlam ışığında insani dünyayı bu dünyadan gelen değerlerle anlamlandırmamızı mümkün kılan ve bizi birbirimize bağlayan en dolayımsız kökenimiz olarak ele alınacaktır.
Death as a one-off and unique experience that cannot be talked about as a personal experience has attracted the attention of many philosophers who are interested in the meaning of life and existence. Limit-experience, which Michel Foucault defines as de-subjectivizing attempt that tears the subject from itself, is a very convenient concept for death. As a limit-experience, death is a kind of celestial character for many philosophers. Some of them, from Montesquieu to Martin Heidegger, have attributed a sort of sacredness to it, which, with its inaccessibility and inevitability, gives it the meaning of life in this world. Death has been suggested as the source of evertyhing else, of all life and existence, unless it can be made sense of itself because of its beyond memory, unspeakable and therefor non-public character for the owner of the experience.
The birth experience, which is at least as decisive as death, has not received the attention of philosophers who are interested in extremes and limits. Behind this indifference, are both the unique characteristics of birth and some tendencies in the tradition of thought. Its peculiar nature makes it possible to conceive of birth neither as a celestial phenomenon as death nor as a limit-experience. After all, birth is not an ultimate end like death but it is both an end and a beginning at the same time. It is also a two-person experience in terms of being born and giving birth. Moreover, birth is a female experience, is feminine. The hierarchy between theory and experience, mind and body, as well as patriarchal patterns has a role in the devaluation of birth in the tradition of thought. After all, birth denotes the labor of the body and the pain associated with it, as in its Latin equivalents (labor, travail). Birth, the most natural and inevitable scene of the bodily pain, has not been seen as an experience that can be interpreted philosophically and politically in our culture, where contemplation and intellectual activity are accepted as superior values and where intellectual and manual labor are separated in accordance with this hierarchy.
Birth, as borrowed from Foucault, evokes limit-experience in many ways. However, unlike death, its relation to the existence of others is much more natural and obvious. Birth, as the joint acion of the mother and newborn, is an individual experience that is irreversible for both and one can no longer be the same as before. At the same time, birth is a phenomenon that can be narrated from the moment it is experienced, thus gaining a place in memory and becoming public. Birth, on the one hand, evokes limit-experience with its transfromative effect on the self, on the other hand, it distorts the beyond memory evoked by limit-experience with its dependence on the existence of others, and equips it with a public character. In this respect, it is possible to conceive of birth as a transitional experience that pushes the limits of limit-experience, as it is not only the end but also the beginning. In this study, birth will be considered as our most immediate origin that connects us. It also makes it possible for us to make sense of the human world with values originated form this world in the light of the political meaning Hannah Arendt attributes to natality.
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Konular | Siyasal Teori ve Siyaset Felsefesi |
Bölüm | Research Article |
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 26 Aralık 2023 |
Gönderilme Tarihi | 5 Temmuz 2023 |
Kabul Tarihi | 5 Aralık 2023 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2023 |