Öz
Türkçe, Arapça ve Farsça’nın ardından 6./12. yüzyıldan itibaren İslâm ilimlerinin bir mecrâı hâline gelmiştir. Orta Asya’da kullanılan Doğu Türkçesinin ardından Batı Türkçesinin de tasavvufun dili haline gelmesi ise 9./15. yüzyıldan sonra mümkün olabilmiştir. Anadolu’da beylikler dönemi ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşuyla eşzamanlı ilerleyen bu süreç, özellikle II. Murâd (1421-1444, 1446-1451) döneminde Türkçe tercüme hareketlerinin desteklenmesiyle ivme kazanmıştır. Horasan ve Bağdat merkezli tasavvufî geleneklerde üretilen eserlerin tercümesiyle başlayan bu süreçte, Anadolu’nun ilk yerel tarikatı Bayramiyye’nin katkısı büyüktür. Bizzat Hacı Bayram-ı Velî’nin başlattığı ve II. Murâd ’ın desteklediği bu süreç, Akşemseddin ve halifeleri tarafından devam ettirilmiştir. Akşemseddin’in halifesi Abdurrahim Karahisârî (ö. 888- 900/1483-94 arası) de eserleriyle bu sürece katkı sağlamıştır. Bu çalışmada, Karahisârî’nin halveti konu alan ve esasen Kübreviyye muhitinde üretilen bir eserin tercümesi olan Münyetü’l-ebrâr ve gunyetu’l-ahyâr isimli eseri bu bağlama yerleştirilerek, tasavvufun Anadolu’da yerelleşmesindeki rolü tartışılmaktadır.
Eserin tam adını teşkil eden “Münyetü’l-ebrâr ve gunyetü’l-ahyâr” ibâresinde bulunan münye lügatte “umulan ve temenni olunan arzu ve maksûd”, gunye ise zenginlik, muhtâc olmamak, kifâyet gibi mânâlara gelmektedir. Dolayısıyla bu ibâre yaklaşık olarak “iyiler için maksûd olan, hayırlılar için yeterli olan” demektir. Bu eser temel olarak, Necmeddîn-i Kübrâ’nın (ö. 618/1221) mürîdlerinden Hâssî’nin (ö. 634/1236) halvete dâir es-Selve fî şerâiti’l-halve adlı eserinin şerhli bir tercümesidir. M. Fuad Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı eserinde Bayramiyye tarikatının özellikleri hakkında okuru Akşemseddîn ve İbrâhîm Tennûrî’nin eserleriyle beraber Münye ve Vahdetnâme’ye yönlendirmesi, Bayramîlik tarihi içerisinde Münye’nin önemini göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Münye’de doğrudan veya dolaylı olarak atıf yapılan, başta eserin kaynak geleneği Kübreviyye ve dolayısıyla Sühreverdiyye silsilesinden olmak üzere, çok sayıda eser bulunmaktadır. En fazla atıf yapılan eser Herevî’nin Menâzil’idir. Sonrasında Sühreverdî’nin Avârif’i, Akşemseddîn’in eserleri, Necmeddîn-i Dâye’nin tefsiri ve Attâr ile Mevlânâ’nın eserleri gelmektedir. Buradan, eserin kaynakları arasında Sühreverdî-Kübrevî geleneğin ağırlığı açıkça görülmektedir. Münye yazıldığı dönem, içinde üretildiği Bayramî muhiti ve dil ve uslûbu açısından oldukça önemli bir eserdir. Öncelikle eser, Osmanlı Devleti’nin entelektüel anlamda ivme kazandığı II. Murâd ve Fâtih Sultân Mehmed dönemlerinde -fetih öncesi ve sonrası iki edisyonu olduğu düşünülürse- İznik ve İstanbul gibi dönemin önde gelen ilim merkezlerinde Eski Anadolu Türkçesi ile üretilmiş bir metindir. Dolayısıyla eserin, Türkçenin Anadolu’da tasavvufun dili hâline gelmesinde katkısı yadsınamaz. Eserin doğrudan muhatapları olan tasavvuf muhibleri ve özellikle tasavvufî eğitime tâlib olanlar açısından düşünüldüğünde; Arapça ve Farsça bilmeyen, medrese eğitimi almamış sıradan kimselerin tasavvuf yoluna sülûk etmelerinde de muhakkak payı olmalıdır. Anadolu’da ilmin ve özelde de tasavvufun Türkçeleştirilmesi ve yerelleştirilmesi girişimlerinin ivme kazandığı on beşinci yüzyılın ortalarında kaleme alınan Münye, üslûbu ve duru Türkçesiyle ön plana çıkmaktadır. Eser dil olarak dönemin Anadolu Türkçesi özelliklerini yansıtmaktadır.
Münye’nin birincil kaynağı olarak, Necmeddîn-i Kübrâ’nın halîfelerinden Hâssî’nin halvet üzerine kaleme aldığı Selve’nin neden tercîh edildiği konusu, üzerinde durulmayı gerektirmektedir. Eserin ana konusu olan halvet üzerine Türkçe yazılmış bir rehber kitap olmamasından hareketle Akşemseddîn, kalem ehli olan halîfesi Karahisârî’den bu konuda yazılmış olan Selve’yi tercüme etmesini istemiştir. Burada sorgulanması gereken nokta, kendisi de eserler te’lîf eden Akşemseddîn’in, Bayramiyye tarîkatının âdâb ve erkânının teşekkülünde çok mühim yeri olacak halvet konusunda bir eseri kendisinin veya uygun göreceği bir müridinin sıfırdan kaleme alması muhtemelken, neden daha evvel başka bir tarîkat muhitinde yazılmış bir eseri tercüme ettirme yoluna gittiğidir. Bunun sebebi, mürîdlerin ve tâliblerin ihtiyâcının daha hızlı giderilmesi olabileceği gibi, yeni teşekkül etmekte olan Bayramiyye’yi, daha köklü bir tasavvufî geleneğe bağlama yönünde bir tasarruf da olabilir. Bu ikinci ihtimâl geçerli kâbul edilirse Akşemseddîn’in, Bayramiyye’nin bağlanacağı en uygun geleneğin Sühreverdî gelenek olduğunu düşündüğü söylenebilir.
Sonuç olarak Karahisârî, özellikle Münye’siyle Eski Anadolu Türkçesi ile tasavvufî meselelerin îzâh edilebileceğini göstermekle kalmamış, aynı zamanda hem sıradan insanların tasavvufî mirastan istifade edebilmelerinin önünü açmış hem de özellikle Sühreverdî-Kübrevî geleneğin Anadolu’ya taşınarak yerelleştirilmesinde ve dolayısıyla Bayramiyye tarikatının âdâb ve erkânının, yani tarikat usullerinin oluşmasında önemli rol oynamıştır.
Teşekkür
Makalenin taslak metinlerini okuyarak kıymetli katkılar sunan Kenan Yıldız, Gürzat Kami, Cevat Sucu ve Faruk Akyıldız’a müteşekkirim.