edebiyata ölü diyorlardı. Hani komedilerde adam ortaya çıkar, sen ölüsün ortaya çıkma denirdi, işte Divan edebiyatının gördüğü muamelede öyleydi. Mehmet, onun diriltilmesi için uğraştı, temasa geçti ve çok önemli iş gördü zannediyorum. Osmanlı dünyasına benim yaklaşımım tamamiyle gündelik ekonomi, organizasyon ve bürokrasiydi. Osmanlı edebiyatından, yani Osmanlı zihninden faydalanmak o kadar kolay değildi. Onun için farklı alanlarda gelişti çalışmalarımız. Beraberliğimiz iki sene sürdü, ondan sonra koptuk, ben Ankara’ya gittim, o İstanbul’da kaldı. Zaman zaman görüştük. Ama dostluğumuz çok sağlam temellere atıldı. Hiper sosyaldi, kendisi eskimiş kültürün değerlerini asimile etmiş bir insandı, ama kendi değerleri ile alâkası olmayan pek çok insanla dostluk kurardı. Benim tanıdığım pek çok insanı, sağdan soldan, Mehmet’in sayesinde tanıdım diyebilirim. … Erol Güngör, Galip Erdem, Hilmi Yavuz, tüm bunları bana tanıtan Mehmet oldu. Çok mütevazı bir insandı, hiper sosyalliği yanında derin bir tevazuu vardı. Burada hareket eden resimler arasında çok net gözüküyor, her sosyal tabakadan kültürü, eğitimi ne olursa olsun, çok iyi diyalog kurabilen bir insandı. Küçümsemesi hiç yoktu, tevazuu tabiatındandı ama bilgi ve bilgelik ilerledikçe tevazuu kendiliğinden gelen bir şeydi. İlimde, bilgide ilerledikçe insan en başta tevazuu öğreniyor. Bilmediklerini öğrenirken aslında insan cahil olduğunu da öğrenir. Onun için ilim yoluna girmiş insanın atladığı uçurumdaki boşluk tevazudur. Öğrendikçe cahil olduğunu anlıyor insan. Mehmet tabiatında olan bu tevazuu sonuna kadar devam ettirdi. Cömert bir insandı çok. Şimdi bir hatıramı size nakledeceğim. Ben Mülkiyede okuyordum, o babasının zoru ile Hukuk fakültesine yazılmış, oradan Edebiyat fakültesine geçmiş. Ben İstanbul’a gidince ya da o Ordu’ya giderken Ankara’da görüşürdük. Bir keresinde çok doğal olarak ben parasızdım. Mehmet’ten birkaç kuruş alabilir miyim diye düşündüm. Onun da parası yokmuş. Hâli vakti yerinde olan bir dayısı vardı, ona telgraf çekip, benim de adresimi vermişti, hatta parayı da kendisi için istemediğini itiraf etmişti. Ve dayısı bana o parayı gönderdi. Sonra o parayı, biz aramızda, küçük bir gruptuk, verdiğimizi almaz aldığımızı vermezdik, galiba bunu da Necip Fazıl’dan öğrenmiştik. Onun böyle bir hikâyesi vardı; onun meşhur hikâyesini bilirsiniz: Emin Ali Çamcı’dan borç istiyor Necip Fazıl Bey. O zamanlar 1930’lu yıllar herhâlde. Bana bir 10 lira borç verir misin diyor Emin Ali’ye. Emin Ali o zamanlar tarih hocası ve parası yerinde. Emin Ali, veririm ama sen aldığını geri vermezsin Necip diyor. Necip Fazıl ise senet vereyim sana diyor ve Emin Ali parayı vermeye razı oluyor. Emin Ali çıkarıp 10 lirayı veriyor, buna karşılık Necip Fazıl da bir kâğıda bir şeyler yazıp Emin Ali’ye uzatıyor. Emin Ali kâğıdı alıp okuduğunda “Emin Ali Bey’e on bin lira borcum var, ben Necip Fazıl” deyip imzaladığını görüp
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Bölüm | Makaleler |
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 1 Mart 2011 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2011 Cilt: 1 Sayı: 8 |
Açık Erişim Politikası