Öz
Bir sanat formu olarak edebiyat, kaynak ve tesir alanlarıyla doludur. Bir sanatkârın, yaratım faaliyeti sırasında ferdî duyguları en üst seviyede olsa dahi eserin yaradılışını teşkil eden birtakım özellikler mevcuttur. Bu hususta en belirgin nitelik millîliktir. Eserin millî yönünü aşıp beşeriyete geçmesi ise büyük bir hadisedir. Çünkü edebiyatın malzemesi olan dil, bu süreçte siyasî, coğrafî ve kültürel farklılıklar gibi pek çok engellerle karşılaşır. Bu durum bir yana bir edebî eserin millet sınırlarını aşarak başka coğrafya ve kültürlerle kaynaşması gereklidir. Bu tablonun gerçekleşmesinin tek yolu vardır: Tercüme. İlim dünyasında ise bu durum hiç farklı değildir. Eser tercümesinin büyük rol üstlendiği bu alan, medeniyeti temsil etmesi yönüyle durmaksızın aydınlatılmaya gereksinim duyar. Bu yönüyle “Tercümenin bu rolüne bizde ilk defa işaret eden Hilmi Ziya Ülken […])” (Kolcu Eylül 1999: 11) dir.
Dünya medeniyet ve kültür tarihi birtakım rönesans hareketleriyle var olmuştur. Bunlardan biri de tercüme faaliyetleridir. Bir başka deyişle “Dünya medeniyet ve kültür tarihi bir ‘tercümeler tarihi’dir” (Kolcu Eylül 1999: 19).
Tercüme, insanlığın ortak mirasını başka coğrafyalara ya da başka dillere taşıyan önemli bir araçtır. Bunun en büyük ispatı dünya medeniyet tarihinde adından sıkça söz ettiren toplumlardır. Bu toplumların tarih sahnesindeki varoluşu, tercüme hareketlerini kavramalarıyla mümkün kılınmıştır.