Öz
Yaratılış anlatıları, içerisinde asli bir aporia, bir açmaz barındırır: yaratılan şeyler, yani âlem, bir yerde mi yaratılmıştır, yoksa mekân da yaratılan şeyler arasında mıdır? Doğrusu, yaratılış anlatıları, aynı zamanda bir mekân kurgusudur: Yaratılışın hangi aşamalardan oluştuğu kadar “nerede” gerçekleştiği de hikâye edilir; zira her mit, her anlatı, “belirli bir yerde” meydana gelmek zorundadır. Gök, yer, karalar ve denizler, dağlar, ovalar, kaynaklar, nehirler, daha özel yer ve bölgelerin hangi sırayla yaratıldığı anlatılarak bir peyzaj oluşturulur; ardından da bu sahneye insanoğlu yerleştirilir. Sanki insanların kalacağı yer, hayatlarını geçireceği mekân, insan olmanın bir önkoşulu gibidir. Fakat bu hikâyeler, sadece insanın içine yerleştirileceği mekânı betimlemekle kalmaz, aynı zamanda mekânın olmadığı bir oluşun olmayışını da sergiler. Mekân daima vardır; yaratılmasına gerek duymadan, en başta, bir şekilde mevcuttur. Örneğin, Babil destanı Enuma Eliş mekânın yaratılışını ve mekânda yaratılışı aynı anda barındırır: Apsû (tatlı su) ve Tiāmat (tuzlu su), “henüz tanrılar ortada yokken” ve hatta daha “hiçbir şey” ortada yokken birbirlerine karışır ve yaratılışı başlatırlar. Böylelikle sular, sadece peşinden gelen şeyleri (hatta yaratmayı gerçekleştirecek tanrıları) yaratmış olmakla kalmaz, aynı zamanda tanrıların bu şeyleri yaratmasına uygun makamları da yaratır. Bu durum bize şunu göstermektedir: Apsû ve Tiāmat, âlemin başlangıcında bir matris, bir mekân inşa etmiştir; ki sonradan meydana gelecek her şey bu yerde, bu mekânda belirsin, yerleşsin. Benzer bir şekilde, Yunan mitolojisi ve felsefesinde Kosmos’un selefi olan Khaos, âlemin başlangıcında birbirinden ayrışacak her türlü potansiyeli barındırır. Evrenin bu kökenin kaotik sahnesinin var olacak şeyleri öncelemesinden ötürü felsefe, daha ilk adımlarında bu kökenin ne olabileceğine dair soruşturmaya koyulur. İlk cevaplar ise bu kökeni “mekânsal” terimlerle ifade eder: su, Apeiron, birliğin kaotik durumu ya da düzensiz Khaos’un bizzat kendisi. Âlemin yaratılışını önceleyen mekânsal bir şey (özellikle “su”) yapısına Türk yaratılış destanları ve Eski Ahit ve Kur’an gibi İbrahimi dini metinlerde de rastlamaktayız. Ancak dikkat edilmelidir ki yaratılış anlatıların bu tarz okunması açık bir şekilde yoktan yaratmanın (ex nihilo) zıttını oluşturur. Örneğin Eski Ahit’i dikkatlice okuduğumuzda görürüz ki, “Işık ol” buyruğundan önce Tanrı’nın Ruhunun üzerinde dolaşabileceği ilksel sular hâlihazırda mevcuttur. Sular burada, kökensel bir şekilde, doğurgan bir kaynak ve her şeyin serili olduğu bir yatak olarak vardır. Benzer bir durumla Kur’an-ı Kerim’de de karşılaşırız: Kâinatın yaratılışına dair birbirinin tekrarı pek çok ayette, tek tanrı Allah, gökleri ve yeri yarattıktan sonra Arş’a istiva eder. Dahası, bir ayette şunu okuruz: “[Allah] … Arş’ı su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde yaratandır.” (Hud, 11/7) Tanrı’nın Arş’ının su üzerinde olması, bir hâl bildirimi, durum betimlemesidir. Burada bahsi geçen sular ise, Kur’an’daki pek çok “canlıları sudan yarattık” bildirisinden bambaşka bir şeyi anlatır: O da, bu ilksel suların, âlem yaratılırken içinde ya da âlem ile birlikte yaratılan bir şey olması kadar, yaratılış esnasında yaratılanlara imkân veren bir mekân olarak da ortaya çıkmasıdır. Bu makale, çeşitli mitolojilerin ve yaratılış anlatılarının bir okumasını yaparak evrenin kökenine (kozmogoni) dair mekânın açmazını, yani belirli bir yer ve mekânda yaratılışın gerçekleşmesi için mekânın hâlihazırda mevcut olup olmaması problemine dair farklı bir anlama ve yorumlama önerisinde bulunmaktadır. Bu makalenin amacı, mekânın yaratılışı ve âlemin mekânda yaratılışı arasında bir öncelik ya da üstünlük tespitinden ziyade, karar verilemezliğe, arada kalmışlığa, mekânın açmazının insanın anlam dünyasındaki nüfuzuna odaklanarak, varoluşsal açmazlarını çözümsüz bırakmanın yaşamsal ve felsefi değerini belirtmektir.
Teşekkür
Yazdıklarımı detaylıca okuyup en ince eleştirileriyle makalenin şimdiki hâlini almasını sağlayan Prof. Dr. Mustafa Bıyık'a teşekkür ederim.