Milenyum ‘un ilk
onkatının yeni tamamlandığı, bedeninin bitip başladığı ‘yer’den çok öncesiydi.
Çağdaş dedikleri
mimarinin ardına saklandığı ‘düzen duygusu’nun çevrede yarattığı yalancı his ve
gerçeklikler, insan oluşumuzun ne bütünlüğüne, ne de çok fonksiyonlu organizma
oluşuna cevap verebiliyordu uzun zamandır. Bir durağanlığın içinde yaşıyorduk. Mekânlarımız
kıpırtısızdı. Hayat hiç bir zaman hareketsiz değilken, mekân nasıl olabilirdi
ki? Kentler nasıl olabilirdi?
Birileri sürekli
geçmişi övüyordu, birileriyse sürekli geleceği. Oysa bizim sahip olduğumuz tek
şey o andı ve bizler daha fazla bu bekleyişin esiri olmak istemiyorduk. Her
geçen gün daha çok insan katılıyordu aramıza ve hepimiz şimdiki ana taşmak ve
sahip olduğumuz tek şeye sahip çıkmak istiyorduk. Bize neyi nerde ve nasıl
yapmamız gerektiğini emreden mekânlarda, daha fazla bölünmeye ve yönetilmeye
karşı çıkıyorduk! Bıraksak, bizim gibi, bizden sonraki kuşakların da tüm çocukluğunu
bir televizyon ekranının içine sığdıracaklardı. Kızgındık. Bizi yansıtmayan
sahte görüntülerin arasında kaybolmak istemiyorduk. Ne sanal, ne gerçek, bize
dayatılan mekânların içinde köleleşmek istemiyorduk!
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Bölüm | Makaleler |
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 31 Ocak 2012 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2012 Cilt: 3 Sayı: 5 |