Türk dış politikası esasında uzun
zamandır tarafsız ve denge politikası güdüyor gibi gözükse de çok uzun
yıllardan beridir konjonktür gereği ara ara çıkan mezhepçi tutumlara yenik
düşmüş ve devletin resmi ideolojisi kabul edilen hanif/sünni mezhepleri
tarafında yer almayı tercih etmiştir.
Türk dış
politikasının oluşmasında, politika belirleyicisi konumunda olan kişilerin
felsefeleri, ilkeleri ve amaçları kadar Türkiye’nin jeostratejik konumu da çok
önemlidir.
Esasen
Osmanlı Devletinden bu yana çeşitli konjonktürel olaylar karşısında Türk dış
politikasında mezhepçi yaklaşımlar olmuştur. Karşımıza ilk olarak 1560 yılında
çıkar. Tarihte Şehzade Beyazid hadisesi olarak geçen bu olay şu şekilde cereyan
eder. Şehzade Mustafa’nın öldürülmesinin akabinde kardeşi Selim’in kendisine
tercih edileceğini düşünen Şehzade Beyazid babası Sultan Süleyman’a karşı isyan
eder ancak Osmanlı ordusu karşısında mağlup olur ve İran’a kaçarak Safavi
devletine iltica eder. Safavi’ler çeşitli olayların akabinde Osmanlı Devleti
ile arasını düzeltebilmek amacıyla Şehzadeyi ve çocuklarını Osmanlı’ya teslim
ederler. Ardından Özbek Hanlığına karşı Osmanlı Devletinden yardım isterler.
Osmanlı devleti ise verdiği cevapta “Şii olan bir devletle Sünni olan başka bir
devlete savaş açmayacağını” bildirir.
Cumhuriyet döneminde
ise bu durumun en belirgin örneği 20 Ocak 1990’da yaşanan Karabağ Katliamı ile
alakalı olarak Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yaptığı bir açıklamada “Onlar Şii,
Biz Sünniyiz. Onlar İran’a daha yakın” diyerek Karabağ’da yaşanan katliama
üzülmememiz gerektiğini söylemesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Azerbaycan’a
yardım etmeyeceğini beyan etmesidir. Rusya ile konjonktürel yakınlaşma amacı
taşıyan bu açıklama hemen akabinde Moskova yönetimi tarafından çok beğenilmiş,
alkışlanmıştır.
Günümüzde
ise bu durumun en bariz örneğini DAEŞ ile alakalı olarak Irak’ta yapılan
mücadele de soybağı olmasına rağmen Telafer, Kerkük Türkmenleri genel olarak şii
olmaları hasebiyle göz ardı edilmesidir.
Haşdi Şabii,
yada Türkçe karşılığıyla Gönüllü Halk Kuvvetleri sadece şii unsurları
içermemekle birlikte bünyesindeki Türkmenlerin neredeyse tamamı şii kökenlidir.
Haşdi Şabii’ye katılan 16. Türkmen Tugayı komutan yardımcısı Ebu Mustafa
İmâmî 16 Ekim 2016 tarihli bir röportajında
şöyle diyor; “Türk Milleti şerefli bir
millettir, güzel bir millettir. Biz de Türk Milletinin bir parçasıyız. Biz
bununla (Türk Olmakla) iftihar ediyoruz. Ama Hükümet ile (Türkiye Hükümeti)
sorunlarımız var. IŞİD 500 bin Türkmen nüfuslu Telafer’e girdiğinde, nice
Türkmen köylerini ele geçirdiklerinde bu hükümet (Türkiye Hükümeti) tek bir
kınama dahi yayınlamamıştı. Telafer’de katledilenler Türkmen değil miydi? Şimdi
biz Kerkük Türkmenleri bir birlik (Haşdi Şabi) kurmuşuz, gelip buna (bize)
yardım etmeleri mi gerekir, yoksa karşısında olup Musul’u mu bahane etmeleri
gerekir? Artık Türkmen’in bir silahlı gücü var. Bu (kendini korumak) bizim en
doğal hakkımız. Biz o dönem (IŞİD tarafından Telafer’de katliam yapmaya
başladığı dönem) bütün komşularımızdan yardım istedik. Biz kurduğumuz birliğin
adını Türkmen koymuşsak, isterdik ki bize ilk sahip çıkan Türkiye olsun, çünkü
Türkmenlerin hiçbir gücü yoktu.”
Oysa o dönemdeki
dış politikamız gereği İran ve Şii coğrafyasından uzak kalmalı, Sünni Barzani
ile ittifak yapmalıydık. Bu nedenle de Haşdi Şabi örneğinde Irak Türkmenleri
Mezhepçi politikaya kurban gitti. Sonuç olarak Barzani Türkiye’yi Musul
konusunda sırtından vurdu, DAEŞ ile mücadelede sınıfta kaldı.
Bildiride bu durumu yorumsuz bir şekilde irdeliyor ve
Türk dış Politikasındaki Konjonktürel Mezhepçiliğe ışık tutmaya çalışıyoruz.0000-0001-6750-7808
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Bölüm | Araştırma Makalesi |
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 30 Nisan 2019 |
Gönderilme Tarihi | 12 Aralık 2018 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2019 Cilt: 5 Sayı: 10 |
Uluslararası Beşeri Bilimler ve Eğitim Dergisi
Bu eser Creative Commons Alıntı-Gayri Ticari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı (CC BY-NC-ND 4.0) ile lisanslanmıştır.