The self-consciousness of a person's own existence is also beyond doubt for himself. So much so that, as expressed by Descartes, I cannot doubt my own existence even when I doubt everything sensible, therefore, if I doubt, "I think, therefore I am." In other words, while perceiving, thinking, or wanting something, I am most clearly and distinctly aware of myself, and from this, it follows that I exist. Because it cannot be accepted that a thinking thing does not exist, and therefore it is sufficient to think in order to exist. This requires my thinking being to be a different substance from the sense objects I suspect, such as the body. Because of the fact that I cannot doubt myself while doubting everything sensible shows that I am not one of the things that are doubted. In short, what is doubted and what cannot be doubted cannot be of one and the same nature. This means that the most basic form of my being is a thinking thing, that is to say a soul or a mind. However, the existence of such a soul or mind poses a serious problem for empiricist epistemology. Since the soul or mind is not available to us, especially in external experience. For this reason, some empiricist thinkers like Hume reject the substantive existence of a self that produces self-consciousness and reduce it to the sum of perceptions or sense experiments, like a theatre stage in which events take place. Some empiricist thinkers go even further and argue that things perceived do not require the existence of a substance that perceives them and is called the self. However, the fact that the self cannot be represented as an object in the experiment is not enough to prove its absence. Because if there are perceptions but there is no perceiving subject, questions such as what or who the perceiver is or where the perceptions are cannot be answered. Whereas “I” is the idea of an active subject, and all mental operations such as thinking, knowing, or wanting require the existence of this active subject who performs them. Without a subject, it cannot be accepted that the events in question have arisen by themselves. Therefore, “I” is not just a collection of perceptions, like a theatre stage. Accordingly, empiricist epistemology cannot give a full account of the existence of the self. Therefore, although it is true that the self is not an object of experience according to empiricist epistemology, it does not seem possible to deny its active role and existence in all mental processes. So much so that, as expressed by Kant, the formation of knowledge is unthinkable without the existence of consciousness. However, according to Kant, although the existence of consciousness is necessary for the emergence of knowledge, consciousness does not have the value of knowledge. Because consciousness does not contain intuition. Therefore, I cannot have knowledge of myself like knowledge of intuition objects. It follows from this that I am not a sensory/material entity like the objects of perception of the world. However, according to Kant, it cannot be known that I am a soul or a mind since it has no intuition. In this way, Kant qualifies both materialism and spiritualism as unknowable. However, Kant’s double-sided agnostic attitude is not enough to satisfy the human being about the nature of his own existence. Because the human being who knows sensible objects is left as ignorant of his own nature by Kant. In other words, Kant says that we know the sensible objects, which Descartes doubted, but we cannot know the nature of our own being, which Descartes found beyond doubt. However, unlike Kant, the absence of knowledge about the materiality of the self can be considered as knowledge of its spirituality. Because the absence of intuition of our own existence, that is, our inability to grasp and see ourselves, proves that we are not material, and this means that we are a spirit or a mind. In fact, the concepts of spirit and mind actually refer to the type of non-material being.
İnsanın kendi varlığına dair ben bilinci yine kendisi açısından şüphe götürmez. Öyle ki Descartes tarafından ifade edildiği gibi, duyulur her şeyden şüphe ettiğimde bile kendi varlığımdan şüphe edememem, bu nedenle, eğer şüphe ediyorsam “düşünüyorum, o halde varım.” Diğer bir deyişle ben, algılarken, düşünürken veya bir şeyi isterken kendimin en açık ve seçik bir şekilde farkında olurum ve bundan da var olduğum sonucu çıkar. Çünkü düşünen bir şeyin yok olduğu kabul edilemez ve dolayısıyla var olmak için düşünmek yeterlidir. Bu da benim düşünen varlığımın, şüphelendiğim duyu nesnelerinden örneğin bedenden farklı bir töz olmasını gerektirir. Çünkü duyulur her şeyden şüphe ederken kendimden şüphe edememem, benim şüphe edilen şeylerden birisi olmadığımı gösterir. Kısacası, şüphe edilen şeyler ile şüphe edilemez şey, bir ve aynı doğadan olamaz. Bu da benim varlığımın en temel biçiminin düşünen bir şey yani bir ruh veya bir zihin olduğu anlamına gelir. Bununla birlikte böyle bir ruh veya zihnin varlığı, deneyci epistemolojiye göre ciddi bir sorun oluşturur. Çünkü ruh veya zihin özellikle dış deneyde bizim için mevcut değildir. Bu nedenle Hume gibi kimi deneyci düşünürler, ben bilincini üreten bir benliğin tözsel varlığını reddeder ve onu olayların içinde gerçekleştiği bir tiyatro sahnesi gibi algılar toplamına veya duyu deneylerine indirgerler. Hatta kimi deneyci düşünürler daha da ileri gider ve algılanan şeylerin onları algılayan ve ben olarak adlandırılan bir tözün varlığını gerektirmediğini ileri sürerler. Bununla birlikte benliğin deneyde nesne olarak gösterilememesi onun yokluğunu kanıtlamaya yetmez. Çünkü eğer algılar var, fakat algılayan bir özne yoksa algılayanın ne veya kim olduğu ya da algıların nerede bulunduğu gibi sorulara cevap verilemez. Hâlbuki “ben”, aktif bir öznenin fikridir ve düşünme, bilme veya isteme gibi tüm zihinsel işlemler onları gerçekleştiren bu aktif öznenin varlığını gerektirir. Bir özne olmadan söz konusu işlemlerin kendi kendine ortaya çıktığı kabul edilemez. Bu nedenle “ben”, bir tiyatro sahnesi gibi sadece algıların toplamı değildir. Buna göre deneyci epistemoloji benliğin varlığına dair tam bir açıklama veremez. Dolayısıyla deneyci epistemolojiye göre benliğin deneyin bir nesnesi olmadığı doğru olmakla birlikte tüm zihinsel işlemlerdeki aktif rolünün ve varlığının reddedilmesi mümkün görünmemektedir. Öyle ki Kant tarafından da ifade edildiği gibi bilincin varlığı olmadan bilginin meydana gelmesi de düşünülemez. Bununla birlikte Kant’a göre her ne kadar bilginin ortaya çıkması için bilincin varlığı gerekli ise de bilinç bir bilgi değeri taşımaz. Çünkü bilinç, sezgi içermez. Dolayısıyla sezgi nesnelerinin bilgisi gibi ben kendimin bilgisine sahip olamam. Bundan da benim, dünyanın sezgi nesneleri gibi duyusal/maddesel bir varlık olmadığım sonucu çıkar. Bununla birlikte Kant’a göre sezgisi bulunmadığı için benim bir ruh veya zihin olduğum da bilinemez. Bu şekilde Kant hem maddeciliği hem ruhçuluğu bilinemez olarak niteler. Ancak Kant’ın çift taraflı bilinemezci tutumu, insanı, kendi varlığının doğası hakkında tatmin etmeye yetmez. Çünkü duyulur nesneleri bilen insan, Kant tarafından, kendi doğasını bilemez olarak bırakılmıştır. Diğer bir deyişle Kant, Descartes’ın şüphe duyduğu duyulur nesneleri bildiğimizi fakat Descartes’ın şüphe götürmez bulduğu kendi varlığımızın doğasını bilemeyeceğimizi söyler. Halbuki Kant’ın aksine benliğin maddeselliğine dair bilginin yokluğu, onun ruhsallığına dair bir bilgi sayılabilir. Çünkü kendi varlığımıza dair sezginin yokluğu yani kendimizi elle tutup gözle göremememiz bizim maddesel olmadığımızı kanıtlar ve bu da bizim bir ruh veya zihin olduğumuz anlamına gelir. Zaten ruh ve zihin kavramları da aslında maddesel olmayan varlık türünü ifade eder.
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Konular | Din Araştırmaları |
Bölüm | MAKALELER |
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 31 Aralık 2022 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2022 Sayı: 16 |
İlahiyat Akademi Dergisi Creative Commons Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası Lisansı (CC BY NC) ile lisanslanmıştır.