Hindistan’ın önemli kısmı Gazneliler döneminde Müslümanların eline geçmiştir. Fakat orada İslâm’ın tutunması ve daha geniş kitlelere ulaştırılmasında sûfîlerin önemli derecede katkıları olmuştur. Öyle ki yirminci yüzyılın başına kadar Hindistan coğrafyasında İslâm’ın feyz ve bereketinden istifade edebilmenin yolunun tarîkat terbiyesinden geçmek olduğu genel kabul gören bir husus olmuştur. Hindistan’da farklı tarîkatlar bulunmakla birlikte o bölgeye hâs mizacıyla Çiştiyye tarîkatı diğer tarîkatlardan daha fazla yayılma şansı bulmuştur. Nitekim bu zatların Hindistan’daki kast sistemine karşı İslâm’ın müsamaha ve kardeşlik değerlerini, çok dinli sisteme karşı da tevhîd inancını ön plana çıkarmaları yerli halkın Müslüman olmalarında etkili olmuştur. Çalışmada, Hindistan sûfîlerinden ve Çiştiyye tarîkatı içerisinde kendine hâs bir metodu olan Gîsûdırâz’ın (öl. 825/1422) tasavvufun nazarî esasları arasında sayılan şerîat-tarîkat bağlantısı, nübüvvet-velâyet ile tasavvufun âdâb ve erkânı kabul edilen bîat, mürîd, hilâfet gibi bazı tasavvufî görüşleri konu edinilmiştir. Hindistan sûfîlerinden olan Gîsûdırâz, on beş on altı yaşlarında dönemin önde gelen Çiştiyye meşâyihinden Çırâğ-ı Dehlî’ye (öl. 757/1356) intisab etmiş, otuz yaşında ondan hilâfet icazetini almıştır. Yirmi bir yıl onun hizmetinde bulunan Gîsûdırâz, Çırâğ-ı Dehlî’nin önde gelen halifeleri arasında kabul edilmiştir. Çok yönlü bir âlim olan Gîsûdırâz, özellikle Kur’ân, hadis, fıkıh ve tasavvuf alanlarında birçok eser kaleme almıştır. Ayrıca başta Arapça, Farsça, Sanskritçe ve Hintçe olmak üzere çeşitli dilleri öğrenmiştir. Bu makale, Ehl-i sünnet çizgisinde olan Gîsûdırâz’ın bazı tasavvufî görüşlerini gün yüzüne çıkarmayı amaçlamıştır. Yöntem olarak Gîsûdırâz’ın tasavvufî görüşleri ortaya konulurken literatür açısından Gîsûdırâz’ın kaleme aldığı kitaplar ve onu takip eden asırlarda onunla ilgili kaleme alınan muahhar eserler esas kabul edilmiştir. Sâlik için zâhirî ilimlerin tahsilini zorunlu gören Gîsûdırâz, tasavvufun ciddi bir alan olduğunu bu yüzden bu yola girmek isteyenlerin deli veya kafir olma tehlikesine düşmemek için ilim tahsil etmelerini zorunlu görmüştür. Tasavvufun İslâmî ilimler içerisindeki konumu, şeriat ile olan münasebeti ve İslâm dairesi içerisinde nereye yerleştirileceği hususu tasavvufun İslâmî ilimler arasında tebarüz etmeye başladığı ilk zamanlardan günümüze kadar tartışılmıştır. Zaman zaman şeriat ve tarîkat karşılaştırılması yapılıp bunların aynı mı yoksa farklı şeyler mi diye tartışıldığı görülür. Şerîat ve tarîkatı ayrı şeyler değil de birer tasavvufî kavram olarak ele alan Gîsûdırâz, şerîatın, kâmil insanın sözlerine, tarîkatın ise kâmil insanın fiillerine denildiğini yani şerîat ile tarîkatın aynı şey olduğunu, birisinin İslâm’ın nazarî yönünü diğerinin ise amelî yönünü temsil ettiğini ve bunları birbirinden farklıymış gibi göstermenin gereksiz olduğunu ifade etmeye çalışmıştır. Erken dönemden itibaren tasavvuf literatürüne giren nübüvvet-velâyet konusu Gîsûdırâz’ı da ilgilendirmiştir. Ona göre her ne kadar bazı sekr ehli sûfîler velâyetin nübüvvetten üstün olduğunu iddia etmiş olsalar da ayetlerle nübüvvetin velâyetten üstün olduğunu belirtmiş ve velâyetin son derecesinin nübüvvet basamağının ilk derecesi olduğunu ifade etmiştir. İnsanoğlunun nefsine hiçbir şey, hayır olsun şer olsun sohbet kadar müessir değildir. Bu bağlamda Gîsûdırâz, kulda ilâhî aşkın meydana gelebilmesi için kişinin âşıkların sohbetinde bulunması gerektiğini zira âşıkların sürekli aşk ile ilgili sözleri sarf etmelerinden sâlikin üzerinde hızlı bir değişim meydana geleceğini belirtmiştir. Mutezile’ye reddiye mahiyetinde Gîsûdırâz, kerâmetin hak olduğunu, kerâmeti yok saymanın Allah’ın kudret sıfatını inkâr etmeyi içerdiğini belirtmiştir. Gîsûdırâz, nefsin birkaç tane değil de bir tane olduğunu fakat farklı hal ve mertebelere sahip olmasından emmâre, levvâme ve mutmainne şeklinde üç mertebesi bulunduğunu belirtmiştir. Peygamberlerin nefsleri hariç nefsin temelinde kötü olduğu fikrini savunan Gîsûdırâz, mücâhede, riyâzat ve nefis tezkiyesi ile levvâme mertebesine dönüştüğünü ardından da mutmainne mertebesine yükseldiğini belirtmiştir.
A significant part of India was invaded by the Muslims during the Ghaznavid period. However, the Sūfīs contributed significantly to the popularity of Islam and access of the masses to Islam. So much so that until the beginning of the twentieth century, it was generally accepted in the India that the path to the advances and blessings of Islam was through tarīqa training. Although there were different sects in India, the Chishti order spread further than the other sects due to its temperament suited to the region. As a matter of fact, the fact that these individuals emphasized the values of tolerance and brotherhood of Islam against the caste system in India and the belief of tawhid against the multi-religious system were effective in the conversion of the local people to Islam. The present study was conducted on Gīsūdırāz (d. 825/1422), one of the Indian Sūfīs who developed a unique methodology within the Chishtī order and his Sūfī views on theoretical principles such as the connection between the sharīa-tarīqa, prophethood-guardianship, and on the Sūfī customs such as allegiance, disciples, and khalīfate. Gīsūdırāz, an Indian Sūfī, joined Çırâğ-ı Dehlī (d. 757/1356), another leading Chishtī sheikh of the time, when he was about fifteen or sixteen, and received the caliphate from him at the age of thirty. Gīsūdırāz, who served him for twenty-one years, was accepted as one of the leading caliphs of Çırâğ-ı Dehlī. Gīsūdırāz, a versatile scholar, wrote several books especially on Qur'an, hadith, fiqh and Sūfīsm. He also learned several languages, notably Arabic, Persian, Sanskrit and Hindi. The present article aims to introduce certain mystical views of Gīsūdırāz, who was on the lines of the Ahl as-sunnah. Gīsūdırāz 's Sūfī views were employed as a method, the books written by Gīsūdırāz and the original works written about him in the following centuries were accepted as the foundation of the study. Gīsūdırāz, who considered learning external sciences compulsory for the devotee, considered that Sūfīsm is a serious field of science, therefore a requirement for those who want to study science and prevent insanity or infidelity. The position of Sūfīsm in Islamic sciences, its relationship with sharīa and where it will be placed within the circle of Islam have been discussed since the early times when Sūfīsm began to emerge among Islamic sciences. From time to time, sharīa and tarīqa are compared and it is realized that they are discussed as to whether they are the same or different things. Gīsūdırāz, who considered the sharia and the tariqa as the same Sūfī concept, argued that sharīa refers to the words of the perfect individual and the tariqa refers to the actions of the perfect individual, and the sharīa and tarīqa are the same thing, one represents the theoretical aspect of Islam and the other the practical aspect, and that it is unnecessary to consider them different. The subject of prophecy and guardianship, which was introduced to the Sūfī literature during the early period, also interested Gīsūdırāz. Although certain sectarian Sūfīs claimed that wilāyah is superior to prophecy, he argued based on verses that prophecy is superior to wilāyah and the last degree of wilāyah is the first degree of prophecy. Nothing is more effective on the soul of human beings than conversation, be it good or bad. Thus, Gīsūdırāz argued that for the divine love of the servant, an individual should participate in the conversation of the lovers since the devotee would experience a rapid change as the lovers constantly utter words of love. Gīsūdırāz refuted Mu'tazila by arguing that miracles are true and ignoring the miracles entails the denial of Allah's attribute of might. Gīsūdırāz stated that the soul is one, not several, but it has different states and levels, namely emmāre, levvāme and mutmainne. Gīsūdırāz, who defended the idea that the self is evil except that of the prophets, argued that it could be transformed into the level of levvāme with struggle, rigor and self-purification, and then could rise to the level of mutmainne.
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Konular | Din Araştırmaları |
Bölüm | Araştırma Makaleleri |
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 30 Aralık 2021 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2021 |