Hak-yükümlülük arasındaki yapısal ilişkiye odaklanarak meseleyi Hohfeld’in analitik analizi ile izah etmeye gayret eden bu çalışma, demokratik egemenlik kabulünün sağladığı teorik zeminin hakların yapısını anlamak bakımından devrimci bir işlev gördüğünü ileri sürmektedir. Hak meşru bir talebin temelini oluşturur ve bir hakka sahip olmak başkalarından bir şeyler isteyebilecek bir konumda olmak anlamına gelir. Başka bir anlatımla, bir hak, basitçe hukuki bir ilişkinin diğer tarafına yöneltilmiş bir taleptir. Hak, bir hukuki ilişkide ilişkinin diğer tarafına yöneltilen talep ise “yükümlülük” de kaçınılmaz olarak o ilişkinin yapısında içkin bulunan bir unsurdur ve “hak” kavramı ile mecburi mütekabil bir ilişki içindedir: hukuki ilişkinin bir tarafı hak sahibi iken ilişkinin diğer tarafı ilgili hakka karşılık düşen yükümlülüğün (veya yükümlülüklerin) altındadır. Mütekabil yükümlülüğün bulunmadığı hallerde bir hakkın varlığından
söz edilemez. Şayet ortada bir yükümlü bulunmuyorsa herhangi bir hak sahibi de mevcut değildir. Egemenlik kaynağını aşkın/uhrevi bir güçte yahut bir idarecinin şahsında (veya idarecinin mensup olduğu hanedanda) buluyor ise -idare edenler lehine işleyen eşitsizlik dolayısı ile- devlet ve birey arasında anılan yükümlülük ilişkisinin kurulamayacağı, ortada bir yükümlünün bulunmayacağı ve haliyle gerçek anlamda haklardan söz edilemeyeceği açıktır. Bu açıdan ele alındığında “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir” hükmünü içeren 1921 Anayasası’nın ilk maddesinin ilk cümlesi hak-yükümlülük (hak sahibi-yükümlü) ilişkisinin ayakları üzerine dikileceği -devletin insan haklarının asıl yükümlüsü ve doğal koruyucusu olduğunun anlaşılmasını sağlayacak- temeli atmış olmakla devrimcidir.
The present article focuses on the structural relation between rights and obligations. While trying to explain Hohfeldian analytical approach on the subject, the article states that the theoretical ground provided by the recognition of national/ popular sovereignty has a revolutionary function for understanding the structure of rights. A right is the basis of a justified claim and having a right is to be in position to make demands of others. In other words a right is simply a claim targeted to the other side of a jural relation. Therefore, the correlation between rights and obligations become obvious: one’s rights are obligations in someone else and one’s obligations are rights in someone else. Rights and obligations are two sides of the same jural relation and they are reciprocally connected. “Right” and “obligation” are correlative terms: if there is not an obligation there is not a right, if there is not a duty-bearer there is not a right-holder, and vice versa. If the source of sovereignty is theocratic or if it belongs directly to the personality of an administrator (or to his/her dynasty) it is clear that the lack of equality causes that the foregoing jural relation cannot be held between the state and individuals. And again if there is no duty-bearer there is no right-holder, if there is no obligation there is no right. In this respect the first phrase of the first article of 1921 Constitution (the recognition of national sovereignty) is revolutionary. This is because it lays the foundation of the relation between right and obligation (right-holder and duty-bearer) and reveals the fact that the states are primary duty-bearers and innate protectors of human rights.
Right Obligation Hohfeldian Analysis Of Right National Sovereignty
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Bölüm | Araştırma Makaleleri |
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 20 Haziran 2022 |
Gönderilme Tarihi | 12 Kasım 2021 |
Kabul Tarihi | 7 Şubat 2022 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2022 |