This paper examines the thought of Sayf al-Dīn al-Āmidī (d. 631/1233) regarding takfīr (declaring another a non-believer), a practice which would become popularized in the generation after the death of the Prophet Muhammad by a sect known as the Kharajites. The Kharajites were a religio-political sect that would use takfīr as a kalāmic tool of excommunication, as well as a justification for violence against other Muslims. The group originates in the first century of hijrah following their excommunication of the Caliph ‘Alī for mediating with his political challenger Mu‘āwiya. In the centuries following the emergence of this sect, scholars of kalām such as al-Āmidī would begin to discuss and debate takfīr in the context of the greater Muslim community. In contrast to the Kharajites, a number of other sects al-Āmidī would recognize as deviant would hold contrasting beliefs, including the Murji’ites who vehemently opposed the excommunication of anyone so long as they outwardly maintained belief in God and His prophet. While some of these scholarly debates over takfīr would become so heated as to result in excommunication between kalāmic schools, it would later be accepted that excessive takfīr was not necessarily a characteristic of any single Sunni sect, but rather a mentality that could manifest in any given kalāmic school. Many of these scholars would adopt a kalāmic formula designed to prevent excessive takfīr, the principle that the “those belonging to the qibla” (ahl al-qibla) ought not be excommunicated. In his formulation, Al-Āmidī addresses a number of issues debated as potential reasons for takfīr, including the committing of major sins (murder, adultery, theft, etc.), abandonment of central Islamic obligations, opposing scholarly consensus, belief in the createdness of the Qur’ān, denying the beatific vision (ru’yā), misinterpreting the divine attributes (ṣifāt), and the excommunication of prophetic companions or other Muslims. This principle, as shown in this study, would be considered flexible by many of these scholars, who were willing to excommunicate followers of heretical movements. Al-Āmidī, a prominent scholar living in the context of these debates surrounding excommunication, spent considerable energy on the question of takfīr and proposed a number of original insights. In attempting to minimize the application of takfīr, al-Āmidī analyzed many of the specific issues discussed by previous scholars on the issue, arguing that many acts previously considered excommunicable in fact did not constitute disbelief. These groups include such sects as the Kharajites, Murji’ites, Mu’tazilites, Shi’ites and anthropomorphists, whom al-Āmidī argues must not be excommunicated from the fold of Islam, drawing from both logical (‘aqlī) and scriptural (naqlī) arguments. One of the central scriptural sources al-Āmidī deploys is an oft-quoted prophetic tradition concerning the prediction of the Muslim nation splitting into 73 sects, only one of which will be saved from the hellfire – implying that these groups should still be recognized as Muslims. Conversely, questions regarding which al-Āmidī would affirm the obligation for takfīr include denying prophecy, any aspect of divine revelation, belief in the divinity of objects or beings, denial of God and divine miracles, and insulting God, the prophets, or any aspect of the religion. This study further analyzes Al-Āmidī’s definitions of īmān (belief) and kufr (disbelief), the relationship between them, and his views on specific heretical sects as debated in the Sunni tradition.
Dinî referanslarla bazı Müslümanların küfrüne hükmetmeyi ifade eden tekfir söylemi, Hz. Peygamber sonrası dönemlerde yaşanan siyasî kargaşalarda ortaya çıkmış ve asırlar boyunca bir ötekileştirme, İslam dışına itme ve bazen de şiddete başvurma aracı olarak kullanılır hale gelmiştir. Sıffîn savaşında yaşanan hakem olayı sebebiyle Hz. Ali’nin ordusu içerisinden çıkan Hâricîlerin, temelsiz iddialarla başta Hz. Ali ve Muaviye olmak üzere birçok Müslümanı tekfir etmeleri ile başlayan bu süreç, konunun teolojik düzlemde tartışılmaya başlamasıyla farklı boyutlar kazanmıştır. Bu tartışmalar, iman ve küfür kavramlarının tanımlarının yapılmasına, iman ve küfür arasındaki sınırın belirlenmeye çalışılmasına ve özellikle büyük günah işleyenin îtikâdî durumunun münakaşa edilmesine neden olmuştur. Hâricîlerin tekfir söylemi karşısında konuya daha ılımlı yaklaşan Mürcie, daha kapsayıcı bir iman tanımı geliştirmeye çalışarak insanların iman durumu ile ilgili hükmü Allah’a havale etmeyi tercih etmiştir. İmanda söz ve amel birlikteliğini savunan Mu‘tezile, ameli imanın öz yapısına dâhil etmeye çalışmış ve büyük günah işleyenin durumu ile ilgili el-menzile beyne’l-menzileteyn söylemini geliştirmiştir. Ehl-i sünnet ulemasının büyük çoğunluğu ise, imanın kalbin tasdikinden ibaret olduğunu öne sürmüşler, ameli imanın öz yapısına dâhil etmemişler, büyük günah işleyen ya da bazı amelleri terk edenlerin tekfir edilmesine karşı çıkmışlardır. Zaman içerisinde İslam Mezhepleri arasında ortaya çıkan yoğun kelâmî münakaşalar, farklı mezhep mensuplarının birbirlerini tekfir etmeleri boyutuna ulaşmış ve tekfir sorunu herhangi bir fırkanın sorunu olmaktan çok bir zihniyet sorunu halini almıştır. Bu problem karşısında bir sağduyu oluşturmak ve insanların kolaylıkla birbirlerini tekfir etmelerine engel olmak amacıyla bazı âlimler ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceği prensibini öne sürmüşlerdir. Ancak bu prensibi kabul eden âlimlerden bir kısmı da dâhil birçok âlim çeşitli gerekçelerle tekfir söylemine başvurmaktan geri durmamıştır. Yaşadığı dönem itibariyle entelektüel görüşleriyle dikkat çeken Seyfüddîn Âmidî (öl. 631/1233), tekfir konusuna da kafa yormuş ve bu hususta özgün fikirler ortaya koymuştur. O, tekfir alanını minimize etmeye çalışmış, bazı âlimler tarafından tekfiri gerektiren durumlar olarak kabul edilen büyük günah işlenmesi, farzların terk edilmesi, icmâya muhalefet, Kur’an’ın mahlûk kabul edilmesi, rü’yetullahın inkâr edilmesi, Allah’ın sıfatlarının reddedilmesi ya da yanlış te’vil edilmesi, te’vil ile bazı sahâbîlerin ya da onların dışında bazı Müslümanların tekfir edilmesi gibi birçok konuyu yeniden gözden geçirmiş ve tekfire sebep olduğu düşünülen birçok meselenin tekfirle ilişkilendirilemeyeceğini dile getirmiştir. Başta Mu‘tezile ve Hâricîler olmak üzere tekfire başvuran fırkaların delillerini çürütmeye çalışmış ve bu hususta bazen kendi mensubu olduğu Eş‘arî geleneğe ters düşmüştür. Âmidî, Havâric, Mürcie, Mu‘tezile, Müşebbihe ve Şîa gibi fırkalara mensup kimselerin tekfir edilmesine karşı çıkmış ve bu fırkaların tekfire konu olan çeşitli görüşlerini ele alarak bu görüşlerin tekfiri gerektirmeyeceğini aklî ve naklî deliller ve karşı tezlerle açıklamaya çalışmıştır. Âmidî, kendisinden önce birçok âlimin yaptığı gibi yetmiş üç fırka hadisini temel alarak mezheplerin îtikâdî durumunu ele almış ve Fırka-i Nâciye dışında kalan her grubun tekfir edilemeyeceğini; bu fırkalardan Allah’tan başka bir ilahın varlığını ya da ulûhiyetin insanlara hulûl ettiğini kabul etmek, nübüvveti inkâr ya da kötülemek, vâcibi ıskât etmek, Hz. Peygamber’in getirdiklerini inkâr etmek ve peygamberlere küfretmek gibi durumlara düşenlerin tekfir edilmesi gerektiği tezini savunmuştur. Bu çalışmada Seyfüddîn Âmidî’nin iman ve küfrün tanımı ve mahiyeti, iman ile küfrün sınırı hakkındaki görüşleri ele alınacak ve tekfir edilen bazı îtikâdî İslam mezheplerinin durumuyla ilgili düşünceleri incelenecektir.
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Konular | Din Araştırmaları |
Bölüm | MAKALELER |
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 30 Haziran 2021 |
Gönderilme Tarihi | 15 Nisan 2021 |
Kabul Tarihi | 18 Haziran 2021 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2021 |
Kader Creative Commons Atıf-Gayriticari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.