Aşkın bir varlığa imanın mâhiyeti felsefenin önemli
tartışma konularından biri olmuştur. Konunun ele alınışı ise felsefe-teoloji
ilişkisi bağlamında yürütülen tartışmalara referansla yürütülmüştür. İmanın mı
yoksa aklın mı veya her ikisinin birden mi hakikati temsil ettiği sorusu asırlar
boyunca felsefenin temel sorunu olarak tartışılmıştır. Tanrı’yı nasıl
bilebiliriz probleminden hareketle iman, Tanrı’ya yaklaşmanın bir aracı olarak
görülmüştür. Özellikle Hristiyan teolojisinde kozmosun değersizliği ve
öte-dünya özlemi bireyi bu dünyaya ve kendine yabancı kılmıştır. Filozofumuz
Kierkegaard ise bu döngüyü tersine çevirme niyetindedir. Ona göre iman aklın
kavrayabileceği bir hakikat değil tam tersine bir paradokstur. Ancak kişi bu
paradoksa tüm evrensel yasaların üzerinde bir hakikate sahip olarak ulaşabilir.
Kierkegaard bireyden hayatın karmaşası içerisinde kaybolmadan kendisinin
farkına varmasını istemektedir. Descartes’ın soyut ben bilincinden ve Hegel’in
değersiz birey algısından uzak, somut olarak kendisini var eden insanın ancak
imanı bulabileceğini savunmaktadır. Mutlak olanın karşısına mutlak varlığımızla
çıkmalıyız diyen Kierkegaard, varoluş alanları olan estetik, etik ve dinsel
alanlar içerisinde en kıymetlisinin dinsel varoluş alanı olduğunu
vurgulamaktadır. Bireysel varoluşun Tanrı’dan kopmak değil ona götüren bir yol
olarak görülmesi ve kişinin birey olarak sorumluluklarını sahiplenmesinin
vurgulanması açısından Kierkegaard bugün de önemini koruyan bir filozof
olmaktadır.
Bölüm | Felsefe |
---|---|
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 19 Aralık 2017 |
Kabul Tarihi | 19 Aralık 2017 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2017 Cilt: 7 Sayı: 14 |