Adaletin, liberal gelenek ile Marksist gelenek arasındaki formülasyonları birbirinden çok farklıdır. Liberalizm içindeki genel yaklaşım, adaleti, devletin sınırlılıkları dahilinde düşünmeye ve bir hedef olarak belirlemeye yatkındır. Liberalizmin Hobbes gibi düşünsel kökenlerinden itibaren adalet, sözleşmenin yapılması ve devletin kurulması ile ulaşılacak bir ideal olarak saptanmıştır. Liberal düşüncede kalıtsal olarak yer etmiş bu bakış açısı, adaleti bir düzen-nizam diskuru içinde, istikrarlı bir yönetim ve dağıtım meselesi olarak kavramıştır. Bu bakış açısına göre adaletin tecessüm etmesi, üst bir otoritenin ortak rıza ekseninde yetkilendirilmesi ile mümkündür. Ancak liberal düşünce içinde de belirli ayrımlar görülmektedir. Adil bir toplumu yaratmak için yetkilendirilmiş üstün otorite, Hobbes’ta olduğu gibi tek bir egemen ya da Rousseau’daki gibi genelin iradesi olabilmektedir. Devlet gücünün cisimleştiği otorite yahut egemen özne değişse de söz konusu özneyi yaratan iki işlev öne çıkar. Bir kısım liberallere göre devlet, insanlar arasındaki çıkar çatışmalarını sona erdirecek bir öznedir ve adalet bu şekilde sağlanır. Bu yaklaşım topluma çatışmacı bir perspektiften bakarken etik-politik bir tavır geliştirmez. Devlet yalnızca çıkar mücadelelerini dizginleyen negatif bir tanımlama çerçevesinde düşünülür. Doğal olarak adalet de çıkarların uyumlulaştırılması haline gelir. İkinci olarak devlet, öznelerin ahlaki yaşamını sağlayan etik-politik bir temelden hareketle düşünülür. Bu bakış açısı, ahlaki bir yaşam sürmek için bir düzeni oluşturan yargı sahibi, rasyonel ve ahlaki insanları merkeze alır. İşte Rawls ikinci geleneğe dahil olmaktadır. Kant’ı takip eden Rawls, insanların ahlaki kararları ile yargıya vardıkları ve hakkaniyetli bir toplumu oluşturdukları kuramsal bir yaklaşım sunar.
Liberal geleneğin tam karşısında, Marksist bir perspektiften adalet düşüncesine yaklaşan Badiou ise adaletin, bir düzene ve düzenin kurumlarına sabitlenmiş tüm açıklama biçimlerini reddeder. Rawls’ta olduğu gibi Badiou’da da insan ahlaki ve rasyoneldir ancak Badiou, insanın bir hakikat ideasına sahip olduğunu öne sürer. Hakikati bildiği için insan, onu eşitsiz düzenin içinde aramaz. Badiou, Rawls’ın aksine her an hakikati arayan insanın her eyleminde de eşitlik varsayımıyla yola çıktığını belirtmektedir. Adalet de bu yüzden bir düzenin insanlara sunabileceği bir hedef değildir. Adalet, düzenin kesintiye uğratıldığı her an ortaya çıkar. Badiou’nun bu görüşü Rawls’un tam aksi istikamettedir. Rawls, adaleti ve adil toplumu bir hedef olarak saptarken aynı zamanda adaleti bir düzen içinde düşünür. Badiou ise adaleti, bütünüyle düzenden kopuş olarak görmekte ve bir hedef değil, bir önsel varsayım olarak düşünmektedir. Bu makalede her iki düşünürün kuramsal yaklaşımları analitik olarak serimlenmiş ve adalet teması çerçevesinde bir karşılaştırmaya gidilmiştir.
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Konular | Siyaset Bilimi |
Bölüm | Makale / Articles |
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 15 Mart 2023 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2023 Cilt: 47 Sayı: 2 |