Ahlâk meselesi, düşünce tarihinin en çok tartışılan konularından biridir. Ahlâk fenomeni üzerinde ciddî plânda düşünme, diğer bir deyişle ahlâk felsefesi yapma, insanlık tarihine nispetle oldukça yakın bir zamanın işidir. Çünkü bu meselenin felsefî anlamda bir tartışma ve değerlendirme konusu yapılması, felsefî çabaların belli bir düzeye ulaşmasıyla mümkün olabilmiştir. Bununla beraber ahlâk, filozofların üzerinde düşünmelerinden çok önce var olan bir gerçekliktir. Ne var ki ahlâk, insanlık tarihinde sürekliliğini korumasına rağmen, «ahlâkî» ya da «gayri ahlâkî» nedir? Sorularına verilen cevaplar, diğer bir deyişle ahlâkın muhtevası, çağlara, yüzyıllara, milletlere göre değişiklikler gösterir. Hatta tek tek fertlere göre ahlâk anlayışlarına bile rastlamak mümkündür. Şüphesiz ki her ahlâk anlayışı, kendisinin doğru olduğunu ileri sürer ve bu iddiasını tartışmak bile istemez. Bunların hepsinin birleştikleri bir nokta var ki o da, hepsinin «iyi» ve «kötü» nün ne olduğunu bildiklerine inanmalarıdır. Oysa bunlara «iyi nedir?» diye sorulduğunda, birbirlerinden farklı cevap vereceklerdir: «Haz» dır, «mutluluk» tur, «mutlak kudret sahibi bir varlığın emirlerine itaat» tır vs. gibi. Bu yüzdendir ki, daha Antik Çağ’dan itibaren filozofların, ahlâkî değerlerin geçerliliği ve sürekliliği meselesini açıklığa kavuşturmak üzere, bu konudaki çabalarının özellikle iki nokta üzerinde yoğunlaştığını görmek mümkündür: Mutlak ahlâk emirleri var mıdır? Yoksa bunlar çeşitli sebeplere bağlı olarak var olup belli bir zaman sonra değerden düşen ve geçerliliklerini yitiren gelip geçici ilkeler midir? Diğer bir deyişle, ahlâk kuralları sonradan mı konulmuştur? Yoksa bunlar aşkın bir gücün, daha doğrusu Tanrı'nın empoze ettiği mutlak ve değişmez ilkeler midir?
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Konular | Eğitim Üzerine Çalışmalar |
Bölüm | İçindekiler |
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 30 Mart 2015 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 1988 Cilt: 3 |