Kavramlar, kendileri hakkında yapılan tanımlarla kuşatılmaya, anlaşılır kılınmaya ve üzerinde ittifak edilen tariflerle başkalarına aktarılıp öğretilmeye çalışılır. Görünür âlemde duyuların idrakine konu olabilen, kendileriyle ilgili kıyasa gitmeye ve teşbihte bulunmaya imkân veren varlıkların tanınması ve tanımlanması metafizik âlemde bulunduğu düşünülen varlıklara nazaran tabi ki daha kolaydır. Tanım yapabilme yeteneğiyle var edilen insanoğlunun tarif etmekte en çok zorlandığı şeylerin başında belki de kendisi ve kendi varlık sebebi olarak gördüğü duyu ötesindeki Yüce Varlık gelmektedir. Burada iki zorluk bir arada bulunmaktadır. İlki insanın kendisini, kendi varoluşsal ve yapısal özelliklerini keşfetmesi, kendisini anlaması, anlamlandırması ve tarif etmesidir. Bir diğeri ise varlık sebebi olarak gördüğü Tanrı’ya ilişkin duruşunu ve pozisyonunu yine kendi bilineninden hareketle inşa etmesidir. Bu makale bahsi geçen iki zorluğu, bu zorlukların birbirlerine karşı sağlayacağı projeksiyonla bir nebze de olsa izale etmeyi hedeflemektedir. Makalede insanın verili tabiatının özellikleri ön plana çıkarılarak bu tabiatla imanın kendi doğası arasında başlangıçtaki mevcudiyet itibariyle bir alâkanın bulunduğu iddia edilmektedir. Buna göre insanı ve imanı yaratan Tanrı insanın tabiatı ile imanın doğası arasında bir münasebet tesis etmiştir. Makale boyunca söz konusu münasebetin mahiyet ve keyfiyeti araştırılacaktır. Bu bağlamda makalede imanın gerçekte ne olduğu, nasıl bir mahiyete sahip bulunduğu, neye, hangi şartlarda iman isminin verilebileceği ya da verilemeyeceği inceleme konusu yapılacaktır. İmanın doğasıyla insanın kendi tabiatı arasında var olduğu söylenen bağın neden ve hangi sebeplerle bu şekilde kurgulandığı üzerinde durulacaktır. İnsanın inanan bir varlık olduğu teziyle yani onun bu inanma yetisine sahip kılınarak dünyaya getirilmesiyle iman etme süreçlerinde yaşanan olumlu veya olumsuz gelişmeler değerlendirilecektir. İmanın vücud bulacağı ortamla kalbin hususiyetleri mukayese edilecektir. İmanın neden kalbin ameli olduğu, ikrar ve amelin imanın özüne ve tahakkukuna niçin dâhil edilmemesi gerektiği izaha çalışılacaktır. Tabi ki İslâm düşünce geleneğinde ve düşünce tarihinde imana ve insanda imanın gerçekleşme kabiliyetine dair birçok araştırma yapılmıştır. Bu makaleyi benzerlerinden farklı kılan en önemli husus imanı, imanın doğası ile insanın tabiatı arasında bulunduğu iddia edilen varoluşsal bağ üzerinden ele alıp değerlendirmesi ve bu iki yapının (iman ve insan) yaratılış itibariyle müşterek bir istidada sahip olduğunu ileri sürmesidir. Adı geçen istidadın ise özgür bir yapı ve hürriyet içinde tercih kabiliyeti olduğu belirtilmektedir. Sonrasında ise mahiyeti düşünüldüğünde imanın rasyonel açıdan temellendirilmesinin olanak dâhilinde bulunup bulunmadığı sorgulanmaktadır. Bu anlamda iman eyleminin aklî delillerle desteklendiğine işaret edilmekte fakat imanın doğasının kendisinin bir fizik kanunu gibi mutlak kesinlik şeklinde temellendirilmesine izin vermeyeceği, aksi takdirde bunun zaten iman olarak tarif edilemeyeceği dile getirilmektedir. İmanın ikrar ve amel boyutunun iman tanımları açısından nerede ve ne şekilde konumlandırılması gerektiği gelenekteki buna ilişkin tartışmalardan da yararlanılarak belirlenmeye çalışılmaktadır. Sonuçta ise iman, tasdik, amel ve ikrar kavramları arasındaki ilişkinin doğru bir şekilde tespitine dair önerilerde bulunulmaktadır.
Concepts are tried to be surrounded by definitions made about them, to make them understandable, and to be taught by transferring them to others with the definitions agreed upon. Of course, it is easier to recognize and identify beings who can be the subject of the understanding of the senses in the visible world, who allow us to make comparisons and likenesses about them, than beings who are thought to exist in the metaphysical world. One of the things that human beings, who are created with the ability to define, have the most difficulty describing is perhaps the Supreme Being beyond the senses, which he sees as himself and his own reason for being. Two difficulties coexist here. The first is that human discovers himselves, his existential and structural features, understand, make sense of and describe himselves. Another is that he builds his stance and position regarding God, which he sees as his reason for existence, based on his own knowledge. This article aims to eliminate these two difficulties with the projection that these difficulties will provide against each other to a certain extent. In the article, it is claimed that there is a relationship between this nature and the nature of faith in terms of his initial existence, by highlighting the characteristics of the given nature of human. Accordingly, God, who created human and faith, established a relationship between the nature of human and the nature of faith. The nature and arbitrariness of the relationship in question will be investigated throughout the article. In this context, the article will examine what faith really is, what kind of nature it has, what and under what conditions the name faith can or cannot be given. It will be focused on why and for what reasons the connection that is said to exist between the nature of faith and human's own nature is deconstructed in this way. With the thesis that man is a believing being, that is, by making him capable of believing and bringing him into the world, the positive or negative developments experienced in the processes of believing will be evaluated. The characteristics of the heart will be compared with the environment in which faith will emerge. It will be tried to explain why faith is an action of the heart and why confession and practice should not be included in the essence and realization of faith. Of course, in the tradition of Islamic thought and in the history of thought, there has been a lot of research on faith and the ability of faith to be realized in human. The most important aspect that makes this article different from its counterparts is that it considers and evaluates faith through the existential connection that is claimed to exist between the nature of faith and the nature of man, and asserts that these two structures (faith and man) have a common Deciency from creation. It is stated that the aforementioned aptitude is the ability to choose in a free structure and freedom. Then, considering its nature, it is questioned whether it is possible to justify the faith in a rational way. In this sense, it is pointed out that the act of faith is supported by rational evidence, but it is stated that the nature of faith will not allow itself to be grounded in absolute certainty like a physical law, otherwise it cannot be described as faith. It is tried to determine where and how the confession and deed dimensions of faith should be positioned in terms of definitions of faith, by making use of the discussions in the tradition regarding this issue. As a result, suggestions are made regarding the correct determination of the relationship between the concepts of faith, affirmation, deeds and confession.
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Konular | Kelam |
Bölüm | Araştırma Makaleleri |
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 20 Ekim 2023 |
Gönderilme Tarihi | 31 Temmuz 2023 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2023 Sayı: 24 |