Bahâeddin Veled’in ailesiyle birlikte 1220’den sonra Anadolu’ya gelişi ve daha sonra Konya’da karar kılmasından önce Konya’da Ahīlerin varlığı bilinmektedir. Bu Ahīlik yapısı Arap fütüvvetinden ve Acem civanmertliğinden etkilenerek, bunları Türk millî kültürüyle sentezleyip nev’i şahsına münhasır hale dönüşür. Bu dönüşümün efsanevî mimarı ise Ahī Evran’dır. Münhasıran esnaf arasında örgütlenen Ahīler, çeşitli sosyal tabakalardan gelip, başta Mevlevilik ve Bektaşilik olmak üzere, Anadolu’daki tasavvufun tüm kol ve eğilimlerini temsilen değişik tarikatlara bağlıdırlar. Dolayısıyla, Anadolu yerleşim merkezlerinin dini hayatının ahenkleşmesinde son derece anlamlı bir role sahiplerdir. Bu sosyal rolün temelinde Hanefi gelenekte gördüğümüz zühd anlayışı vardır. N. Kübra’nın müridi olan Bahâeddin Veled ve oğlu Celâleddin Rumî ise medrese geleneğine bağlı olarak kısmen daha bağımız bir sufiyane yaşayışa sahiptiler. Babasının vefatından sonra Seyyid Burhaneddin Tirmizî’nin terbiyesine devam eden Celâleddin, asıl değişimi 1244’de Şems-i Tebrizî ile karşılaştığında yaşar. Şems’in geliş gidişleri ve Şam yolculuklarının sıkıntılarını bir kenara bırakırsak, artık Mevlânâ aşk temelli sufiyâne bir anlayışla terennümlerde bulunan zamanını semâ ve devrân ile geçiren bir kişiliğe dönüşür. Bu süreçte Mevlânâ Celaleddin’in özellikle Konya’da yaşayan Ahīlerle ilişki içerisinde bulunmasını son derece normaldir. Kaynaklardaki malumatı dikkate aldığımızda bu ilişkilerin olayların gidişine göre çoğu kere dostane kimi zaman da ihtilaflı olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim onun kendi yerine bıraktığı en yakın iki müridinden Necmeddin Zerkûb kuyumcu esnafıdır, Hüsameddin Çelebi ise babasından dolayı Ahī Türkoğlu lâkabına sahip akhīlik geleneği içinde yetişen ve yaşayan birisidir. Bununla birlikte akhīlerin benimsedikleri zühd anlayışıyla, akıl temelli düzenli bir dini hayattan yana olduklarını sûfîliğin başta sema ve devran olmak üzere nafile formundaki zikir çeşitlerine mesafeli durduklarını söyleyebiliriz. Öte yandan II. Keyhusrev'in oğulları arasındaki veraset savaşı zamanında ahīler ile Mevlânâ zıt taraflarda bulunmuşlardır. Ahīler Moğol işgaline karşı, Türkmenlerle işbirliği yaparak İzzeddin Keykavus’u desteklerken Mevlânâ Moğol destekli Konya’da Sultan ilan edilen IV. Kılıçarslan’ı destekler. Bu siyasi tavır tarafların ilişkilerini kimi zaman çekişmeli ve ihtilaflı hale getirmiştir. Makalede konu, Mevlânâ’nın Ahīlerle ilişkileri 13. yüzyıldaki siyasi ve sosyal gelişmeler çerçevesinde ele alınacaktır.
It is known that there were akhīs in Konya before Bahā al-Din Walad's arrival in Anatolia with his family after 1220 and his decision to settle in Konya. This Akhī structure was influenced by the Arab futuwwa and Persian chivalry, synthesized with the Turkish national culture and transformed into its own unique form. The legendary architect of this transformation is Akhī Evrān. Organized exclusively among tradesmen, the Akhīs came from various social strata and belonged to various orders representing all branches and tendencies of Sufism in Anatolia, especially Mawlawism and Bektashism. Therefore, they had a very significant role in the harmonization of the religious life of Anatolian settlements. There is asceticism that we see in the Hanafī tradition on the basis of this social role. Bahā al-Din Walad and his son Jalal al-Din Rūmī, who were disciples of N. Kubrā, had a more independent Sufi life, partly in line with the madrasa tradition. After his father's death, Jalal al-Dīn, who had been under the edify of Sayyid Burhan al-Dīn Tirmidhī, experienced a real change when he met Shams al-Tabrizī in 1244. Leaving aside the troubles of Shams' comings and goings and Damascus journeys, Mawlānā transforms into a person who spends his time in samā and dawrān, singing with a Sufi understanding based on love. In this process, it is quite normal for Mawlānā Jalal al-Dīn to have relations with the akhīs, especially those living in Konya. When we take into account the information in the sources, it is possible to say that these relations were often friendly and sometimes controversial, depending on the course of events. As a matter of fact, one of his two closest disciples, Najm al-Dīn Zarqūb, was a goldsmith, while Husam al-Din Chalabi who was nicknamed Akhī Turkoglu because of his father, was someone who grew up and lived within the akhī tradition. However, we can say that the akhīs were in favor of a regular religious life based on reason with the understanding of asceticism they adopted, and that they distanced themselves from Sufism's dhikr forms, especially sama and dawran. On the other hand, during the war of succession between the sons of Kaykhusraw II, the akhīs and Mawlānā were on opposite sides. While the akhīs supported ‘Izz ad-Din Kaykaus in cooperation with the Turkmens against the Mongol invasion, Mawlānā supported Kilij Arslan IV, who was proclaimed Sultan in Konya with Mongol support. This political stance sometimes made the relations between the parties contentious and controversial. In this paper, Mawlānā's relations with the akhīs will be discussed within the framework of political and social developments in the 13th century.
| Birincil Dil | İngilizce |
|---|---|
| Konular | Selçuklu Tarihi, Türk İslam Düşünce Tarihi |
| Bölüm | Araştırma Makalesi |
| Yazarlar | |
| Gönderilme Tarihi | 10 Mart 2025 |
| Kabul Tarihi | 2 Aralık 2025 |
| Yayımlanma Tarihi | 10 Aralık 2025 |
| Yayımlandığı Sayı | Yıl 2025 Sayı: Mevlâna Özel Sayısı |
Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmaları Dergisi Creative Commons Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası Lisansı (CC BY NC) ile lisanslanmıştır.