Mu‘tezilî kelamcılar kendilerini tevhid, adalet, va’d ve vaîd, el-menzile beyne’l-menzileteyn ve emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker’den oluşan beş ilkeyi (el-usûlu’l-hamse) benimseyen kimseler olarak tanıtmışlardır. Adalet ilkesi bu beş ilke içindeki hiyerarşide ikinci sırada yer almış olmasına rağmen tevhid ile eşdeğer hatta mezhebî tercihlerin belirlenip kurgulanmasındaki işlevsellik bakımından ve diğer üç ilkeyi de kapsaması nedeniyle Mu‘tezile kelamında etkin konumdadır. Adaletin bir prensip olarak tesisi, tevhidin dışındaki diğer üç ilkeye zemin oluşturacak şekilde Mu‘tezile’nin sistematik döneminde gerçekleşmiştir. Nitekim adalet erken dönemde kaderle ilişkilendirilmiş buna göre Tanrı’nın adaleti, insanların fiillerini kendi irade ve kudretleriyle gerçekleştirmeleri ve tüm fiillerinden sorumlu olmalarını gerektirmiştir. Aksi halde ahiretteki hesap yani sevap ve ikab geçersiz hale gelir ve bu da Allah’ın adaletine aykırı bir durum olarak ortaya çıkardı. Mu‘tezile’nin erken döneminde doğrudan insanın fiillerini Tanrı’nın değil kendisinin gerçekleştirdiğine işaret eden adalet teorik tartışmalarla beraber daha geniş bir anlama karşılık gelmeye başlamış ve mu‘tezilî ideoloji ile içeriklendirilerek bir doktrine dönüşmüştür.
Müslüman kültürde Allah’ın adil olduğuna ilişkin icma bulunmakla birlikte Mu‘tezile ilahî adaleti ahlakî bir boyuta taşımıştır. Mu‘tezilî kelamcılar Tanrı’nın zâtını tevhid, alemle ve insanla irtibatını ifade eden fiillerini de adalet çerçevesinde ele almışlar, bu bakımdan iyi ve kötü gibi değerlerin tayini, bu değerler ölçüsünde Tanrı’nın yaratması ve aleme müdahalesi, peygamberleri aracılığıyla insanlara haber göndermesi, insanın eylemlerindeki sorumluluğu ve sorumluluğun getirdiği sonucun gerçekleşmesini de ilahî adalet teorisi ile izah etmişlerdir. Mu‘tezile’ye nispet edilen tanımdan anlaşılacağı üzere adalet, Tanrı’nın tüm kötülük ve eksikliklerden tenzih edilmesini ifade etmektedir. Böylece mu‘tezilî tanrı tasavvurunun inşâında tenzihin belirleyiciliği, yalnızca zâtın tenzihini esas alan tevhid ilkesinden ziyade daha kapsamlı bir tenzihin ifadesi haline gelen tanımlı bir adalet ilkesini de gerekli kılmaktadır.
Mu‘tezile adalet ilkesini naslara dayanarak temellendirmiş ve bunu kuvvetlendirmek için kendi inşâ ettiği adalet prensibini mu‘tezilî niteliğinin ötesinde dinî bir doktrin olarak sunmuştur. Öyle ki Mu‘tezile kelamcıları adaletin, tanımındaki mu‘tezilî içeriği de ihmal etmeden, kabulünü vâcip, reddini küfür olarak değerlendirmişlerdir. Adaletin bu içeriğiyle vücûbiyetine hükmetmek, onu naslarla desteklemenin dışında ona ayrıca bir dinî nitelik hasretmek anlamına gelecektir. Dinî temellerinin yanı sıra adalet Mu‘tezile’ye özgü içeriğiyle aynı zamanda felsefî nitelikli bir anlayıştır. Adaletin Mu‘tezile’deki aklî/felsefî niteliğiyle birlikte kavramsal olarak kullanımı Antik Yunan felsefesine uzanmaktadır. Mu‘tezile kelamının Antik Yunan felsefî kaynaklarıyla irtibatı takip edildiğinde özellikle Platon ve Aristoteles’in adalet anlayışları ile mu‘tezilî adalet kavramının tanımlanması ve içeriklendirilmesi arasındaki benzerlik ortaya çıkacaktır. Aynı zamanda Mu‘tezile’nin, adaleti aklî bir zeminde kurguladığı bilinmekle beraber mu‘tezilî aklın oluşumunda da felsefenin etkisi yadsınamaz. Böylece hem kavramsal tanımı hem de içerdiği temel mu‘tezilî kabuller adalet ilkesinin felsefî bir zemine sahip olduğunu göstermektedir.
Mu’tazilite theologians introduced themselves as people who adopted the five principles (usul hamsa) consisting of tawhid, justice, va’d and vaid, manzila bayn al-manzilatayn and amr bi’l-maruf nahy ani’l-munkar. Although the principle of justice is in the second place in the hierarchy amond these five principles, it is equivalent to tawhid and also is in an effective position in Mu’tazila theology in terms of its functionality in determining and constucting sectarian preferences and because it includes the other three principles. The establishment of justice as a principle took place in the systematic period of the Mu’tazila, laying the groundwork for he other three principles apart from tawhid. As a matter of fact, justice was associated with destiny in the early period, according to which God’s justice required people perform their actions with their own will and power and to be responsible for all their actions. Otherwise, the account in the hereafter that is reward and punishment will become invalid and this has emerged as a situation contrary to God’s justice. Justice, which in the early Mu’tazila period directly pointed out that man’s actions were performed by himself not by God, started to correspond to a broader meaning with the theoretical discussions and turned into a doctrine by being content with the Mu’tazila ideology.
Although there is a consensus in Muslim culture that God is just, the Mu’tazila carried divine justice to a moral dimension. Mu’tazilite theologians have dealt with God’s essence within the framework of tawhid, and his actions expressing his connection with the world and man within the framework of justice. In this respect, mu’tazilite theologians explained the determination of values such as good and bad, God’s creation and intervention in the world in accordance with these values, sending news to people through his prophets, the responsibility of human actions and the realization of the result brought by responsibility with the theory of divine justice. As it can be understood from the definition attributed to Mu’tazila, justice means that God is free from all evil and deficiencies. Thus, the decisiveness of tanzih in the construction of the mu’tazili conception of God necessitates principle of justice, which has become the expression of a more comprehensive tanzih rather than the principle of tawhid, which is based solely on the tanzih of God’s essence.
Mu’tazila based the principle of justice on the basis of verses, and in order to strenghten this, he presented the principle of justice which built himself, as a religious doctrine beyond its mu’tazilite character. So much so that mu’tazilite theologians considered the acceptance of justice as obligatory and its rejection as blasphemy, without neglecting the mu’tazilite content in its definition. To rule necessity of justice with this content will mean devoting a religious quality to it, apart from supporting it with verses. In addition to its religious foundations, justice is also a philosophical understanding with its mu’tazilite specific content. The conceptual use of justice with its mental/philosophical quality in mu’tazilite theology extends to Ancient Greek philosophy. When the connection of Mu’tazila theology with the Ancient Greek philosophical sources is followed, the similarity will emerge between the understanding of justice of Plato and Aristotle and the definition and content of the concept of mu’tazila justice. At the same time, although it is known that Mu’tazila constructs justice on a rational ground, the influence of philosophy in the formation of mu’tazilite mind is undeniable. Thus, both its conceptual definition and the basic mu’tazilite assumptions it contains show that the principle of justice has a philosophical ground.
Primary Language | Turkish |
---|---|
Subjects | Religious Studies |
Journal Section | Articles |
Authors | |
Publication Date | December 20, 2022 |
Submission Date | November 8, 2022 |
Published in Issue | Year 2022 Issue: 49 |