The most important religious and social consequence of the integrity of faith-act view of the Kharijites and Mutazila is takfir. Although Allah Taala strictly forbids the unjust killing of a Muslim, takfir has many times caused serious conflicts among Muslims. This violent and wrong practice initiated by the Kharijites continues today as ISIS etc. is continued by organizations. The result of this situation is the blood that flows non-stop in the Muslim geography. However, the principle that ahl al-qibla cannot be declared as heretics has led Ahl as-Sunnah to firmly defend that prays are not a part of faith. It is obvious that it is necessary to accept the idea that prays are not part of faith. Otherwise, as the verse "We created the soul and inspired it with wickedness and righteousness" indicates, one would have to pay the price of making a mistake by being judged and perhaps killed. In addition, the principle of diversion of faith-act is based on solid foundations not only politically but also religiously. Many nass/verses-hadiths support this principle. Especially Hanafis have emphasized this meticulously. For example, Imam Azam Abu Hanifah drew attention to the importance of the issue in the treatises he wrote, especially in the treatises he wrote, and especially in al-Alim ve al-mutaallim, and repeatedly emphasized that a believer can never be declared a heretic. However, especially today, surveys on religious life have been conducted by institutions such as DIB and IIIT. In these surveys, percentage data on faith and performance of prayer such as praying and fasting were published. According to surveys, the rate of belief is very high at 98%, while praying is very low compared to belief at 40%. Considering the results of the surveys, we have come to the conclusion that some people who believe in Ahl as-sunnah, knowingly or unknowingly, do not care or are not aware of the value of prayers, like some sects that have been criticized by the Ahl as-sunnah with their attitude towards prayers in the history of Muslim thought. Because when some people are told about their deeds, obedience or disobedience, they say that they are good-hearted and talk about honesty, fairness, etc. they say they have these traits. This article will try to explain what the distinction between faith and deed means, what value the deed carries, and what the Ahl as-sunnah actually mean by this idea, and to put each concept in its place. The meaning given to faith will be revealed by starting from the oldest theological sources and especially by referring to Hanafi sources. Then, the position of deeds relative to faith and its connection with faith will be examined. As a result, efforts will be made to reveal what the role of prayers is in the religious life of the believer. Such a study is important in showing that religion is not built on independent facts, but that all of them together form religious unity. “And they were not commanded except to prayer Allah, [being] sincere to Him in religion, inclining to truth, and to establish prayer and to give zakah. And that is the correct religion" as the verse clearly states, although faith and deeds are different phenomena, when all of these come together, the true religious life emerges. By taking this verse as a principle, the article tries to determine, in a sort of tentative manner, how deeds should be viewed in terms of theology, and specifically according to the Hanafis.
Hâricîler ve Mutezilenin iman-amel bütünlüğü görüşünün doğurduğu en önemli dini ve toplumsal sonuç tekfirdir. Allah Teâlâ’nın bir Müslümanın haksız yere öldürülmesini katiyyen yasaklamasına rağmen tekfir pek çok defa Müslümanlar arasında ciddi çatışmalara sebep olmuştur. Hâricîlerin başlattığı bu şedid ve yanlış uygulama günümüzde de DEAŞ vb. örgütler tarafından devam ettirilmektedir. Bu halin neticesi de Müslüman cğorafyada durmak bilmeden akan kandır. Fakat ehl-i kıble tekfir edilemez düsturu Ehl-i sünneti amelin imandan bir parça olmadığını kesin olarak savunmaya itmiştir. Amelin imanın parçası olmadığı düşüncesini kabul etmenin gerekliliği ortadadır. Aksi takdirde insan olmanın sonuçlarından birini, yani “nefsi yarattık ve ona fücuru ve takvayı ilham ettik” ayetinin işaret ettiği üzere hata yapmanın bedelini tard edilerek ve belki öldülürek ödemek zorunda kalınabilirdi. Ayrıca iman-amel ayrımı ilkesi sadece siyasi değil dini açıdan da sağlam temeller üzerine oturmuştur. Pek çok nass bu ilkeyi destekler niteliktedir. Özellikle Hanefî gelenek bunun üzerinde titiz şekilde durmuştur. Mesela İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe yazdığı rislalerde ve hassaten yazdığı rislalerde ve hassaten el-Âlim ve’l-müteallim’de meselenin önemine dikkat çekmiş, bir müminin asla tekfir edilemeyeciğini defaatle vurgulamıştır. Bununla beraber özellikle günümüzde, DİB ve IIIT gibi kurumlar tarafından dini hayat konulu anketler yaptırılmıştır. Bu anketlerde iman etme ve namaz kılma, oruç tutma gibi ibadetlerin ifasına dair yüzdelik veriler yayınlanmıştır. Anketlere göre iman etme oranı %98 gibi çok yüksek bir orandayken ibadetler %40 olarak imana nispetle çok düşük kalmıştır. Anketlerin sonuçları göz önüne alındığında, Ehl-i sünnet itikadına sahip bazı insanların bilerek ya da bilmeyerek müslüman düşünce tarihinde amellere karşı tutumuyla Ehl-i sünnet tarafından da tenkit edilmiş olan bir takım fırkalar gibi amellerin taşıdığı değeri önemsemediği veya farkında olmadığı kanaati bizde hâsıl olmuştur. Çünkü birtakım insanlara amellerden, taatlerden ya da masiyetlerden bahsedildiğinde kendisinin iyi kalpli olduğunu söylediği ve dürüstlük, adillik vb. hasletlere sahip olduğunu söylemektedir. O kişi bu söyledikleriyle adeta saydığı özelliklerin amelden daha değerli olduğunu, iman ettiği takdirde bu özelliklere sahip olarak yaşamını sürdürdüğü takdirde amele ihtiyacını beyan etmek istemektedir. Bu vaziyet zihnimizde iman-amel ayrımının ameli imandan ayrımakla birlikte tamamen dışladığı ve dini hayatta bir yeri olsa da en azından cennete girmek için çok da gerekli olmadığı fikrinin toplumda yaygın bir hal aldığı düşüncesini uyandırmıştır. Bu makale iman-amel ayrımının ne anlama geldiği, amelin nasıl bir değer taşıdığı ve Ehl-i sünnetin bu fikirle aslında neyi kastettiği açıklanmaya, her kavram yerli yerine konulmaya çalışılacaktır. En eski kelam kaynaklarından yola çıkmak suretiyle hususiyetle de Hanefî kaynaklara müracaat edilerek imana verilen anlam ortaya konulacaktır. Daha sonra amelin imana göre konumu ve imanla olan bağlantısı incelenecektir. Neticede de amelin müminin dini yaşantısında rolünün ne olduğu açığa çıkarılmaya gayret edilecektir. Böyle bir çalışmanın dinin birbirinden bağımsız olgular üzerine bina edilmediğini, hepsinin birlikte dini bütünlüğü oluşturuduğunu göstermek açısından önemi vardır. “Hâlbuki onlara, Allah’a kulluk etmeleri, Hanîfler olarak O’na yürekten inanıp boyun eğmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emredilmişti. Doğru din de işte budur” ayetinin açıkça beyan ettiği üzere hern ne kadar imanla amel farklı olgular olsa da bunların hepsi bir ayara geldiğinde dopru dini hayat ortaya çıkmaktadır. Makale bu ayeti düstur edinerek bir nevi deneme edasıyla kelam açısından, özelde de Hanefîlere göre amele nasıl bakılması gerektiğini tespit etme çabasındadır.
Birincil Dil | İngilizce |
---|---|
Konular | Kelam |
Bölüm | Araştırma Makaleleri |
Yazarlar | |
Erken Görünüm Tarihi | 30 Aralık 2023 |
Yayımlanma Tarihi | 30 Aralık 2023 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2023 Sayı: 21 |
Amasya İlahiyat Dergisi-Amasya Theology Journal Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.