Öz
Belirli olaylara bağlı olarak ortaya çıkan muhtelif itikadî görüşler, siyasî-itikadî fırkalaşmaların teşekkülündeki belirgin unsurlar olmakla kalmayarak, söz konusu mezhebin üzerinde bir etiket halini almaktadır. Hâricîlik mezhebi söz konusu olduğunda akla gelen ilk çağrışım, tekfir olgusudur. Mezhepler hakkında diğer bir önemli nokta da, görüşlerin sabit halde kalmayıp, süreç içerisinde değişerek ve dönüşerek birtakım kırılmalar yaşamasıdır. Bu bağlamda mezhepler üzerine yapışmış ve etiket haline gelmiş genel ve yaygın algıdan arınarak ve süreç takibi yaparak bu görüşlerin analiz edilmesi, söz konusu mezheplerin ve bunları oluşturan görüşlerin sağlıklı bir şekilde anlaşılması adına kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bilindiği üzere Hâricîlik, kökenleri Hz. Osman dönemine dayanmakla birlikte esas itibariyle Hz. Ali ile Muâviye ve taraftarları arasında vuku bulan Sıffîn savaşı esnasında tahkim olayıyla ortaya çıkan, tahkime razı olan Müslümanları tekfir ederek Hz. Ali’nin ordusundan ayrılan topluluğu ifade etmektedir. Tahkimi kabul etmesinden ötürü Hz. Ali’den ayrılan Hâricîler, Harûrâ’da birleşerek Abdullah b. Vehb er-Râsıbî’ye emir olarak biat etmişler, sonrasında ise Nehrevân’da Hz. Ali ve taraftarlarına karşı savaşmışlardır. Böylelikle kendileri dışındaki Müslümanlardan teberrî ederek ilk siyasî-itikadî fırkalaşmayı oluşturmuşlardır. İlerleyen süreçte ise Nâfî b. Ezrâk’ın, kendisiyle birlikte cihat etmek üzere hicret etmeyen -diğer Hâricîler dahil olmak üzere- herkesi kâfir ve müşrik olmakla itham etmesiyle Ezârika alt fırkası oluşmuş; buna karşın Nâfî’nin aşırı tavrına karşı çıkan Necde b. Âmir ve Abdullah b. İbâz gibi isimlerle beraber Hâricîliğin diğer alt fırkaları oluşmaya başlamıştır. Bu süreç, Hâricî iman anlayışının teorik zemine oturması ve tartışılması açısından da önemli olmakla birlikte, bizim esas odaklanacağımız husus, bu süreçten önce oluşan ilk Hâricîliğin, “büyük günah işleyenleri tekfir edenler” şeklinde bir genellemeciliğe tabi tutulması problemidir. Bu sorun, makâlât yazarlarının genel olarak mezhepleri sırf kelâmî boyutuyla ele almasından ve Hâricîliği tekfir üzerinden okurken konuya doğrudan iman-amel ilişkisi bağlamında yaklaşılmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki ilk aşamada henüz bu konudaki tartışmaların başladığını söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla ilk Hâricîlerin, diğer adıyla Muhakkime-i Ûlâ’nın tutumunu böyle bir bakış açısıyla değerlendirmek, anakronizme yol açmaktadır. Bu çalışmanın amacı, Hâricîliği “büyük günah işleyenleri tekfir edenler” şeklinde resmeden yaygın etiketleştirici ithamın sorunlu oluşuna dikkat çekerek, ilk Hâricîlerin tekfirci tutumunu bu yaygın algıdan arınmış olarak değerlendirmeye tabi tutmaktır. Bu bağlamda diğer Hâricî alt fırkalardan önce teşekkül etmiş ilk Hâricîlerdeki tekfirin, büyük günah-tekfir ilişkisi ya da amel-iman ilişkisi gibi salt kelâmî tartışmalar üzerinden anlaşılması yerine, kendi tarihsel zemininde gerçekleşen olaylarla irtibat kurularak analiz edilmesine önem verilmiştir. Bu husus, Hâricîlikteki tekfir olgusunun tekdüze bir mahiyet arz etmekten ziyade, tarihsel süreçte evrilerek dönüşüme uğradığını göstermek bakımından önemlidir. Ayrıca bu çalışmada dikkat çekilen hususlar, Müslümanlar arasında ilk defa vuku bulan tekfir olgusunun anlaşılması açısından olduğu kadar, söz konusu gerilimlerin ve doğurduğu sonuçların doğru bir şekilde anlaşılıp yorumlanması adına da önemli ip uçları sunmaktadır. Bu noktadaki tespitlerimizden birisi, bu aşamadaki tekfirciliğin, doğrudan büyük günah meselesine dayanmadığı, aksine büyük ölçüde din-siyaset iç içeliğinden kaynaklı bir durum olduğu hususudur. Nitekim Muhakkime, bir taraftan “Müslümanların emîrine muhalefet” sebebiyle Muâviye ve taraftarlarını tekfir ederken, diğer taraftan, “Müslümanların kanını dökmeyi helal sayan” bu kesime karşı savaşmayı durdurması ve bunların hükmüne razı olması sebebiyle Hz. Ali ve taraftarlarını tekfir etmişlerdir. Dolayısıyla buradaki tekfirin büyük günah tartışmasından bağımsız, siyasî boyutu ağır basan bir olgu olduğu görülmektedir. Araştırmamızda dikkat çekilen diğer bir önemli tespit de, küfür kavramının içerdiği geniş anlam ağının yanı sıra, belirli şahısları küfürle itham eden bir tutumun Hâricîlerden önce de vaki olmasıdır. Bu iki husustan hareketle, ilk Hâricîlerdeki küfür ve tekfir ithamlarının mutlak manada bir irtidat manasında anlaşılmayabileceği ihtimali söz konusudur. Bu doğrultuda, küfür ve kâfirlik ithamları, kesinlik bulunmamakla beraber, “nimet küfrü” anlamında değerlendirilmeye müsaittir. Makalemizde makâlât ve milel-nihal türü eserlerin yanı sıra, tarih eserlerinden yararlanılarak, ilk Hâricîlerin tahkim olayına karşı tepkilerinin sebepleri ele alınmış, küfür ithamlarının bulunduğu rivayetler karşılaştırmalı olarak değerlendirmeye tabi tutulmuştur. İslâm mezhepleri Tarihi’nin yöntemi çerçevesinde yürütülen çalışmamız, fikirlerin hadiselerle irtibatı kurularak, fikirler üzerinde derinleşme ve süreç takibi gibi ilkelerle yürütülmüştür.