Zâhiriyye ekolünün en büyük temsilcisi olan Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Hazm el-Endelüsî (öl. 456/1064) fakih, muhaddis, tarihçi, edip ve şair kimliği ile önemli eserler vermiş bir âlimdir. Diğer dinlere karşı İslamiyet’in üstünlüğünü savunduğu gibi, İslam düşüncesi içinde ortaya çıkan mezheplere karşı da Ehl-i sünnet anlayışını ısrarlı bir şekilde savunmuştur. Eserlerinde kelam ilminin hemen her konusuna yer vermiş, bu bağlamda nübüvvetin imkânı, Hz. Muhammed’in peygamberliği ve nübüvvet halkasının son temsilcisi olduğuyla alakalı konularla yakından ilgilenmiştir. Bu çalışma, el-Fasl başta olmak üzere el-Usûl ve’l-fürû‘, ed-Dürre fî mâ yecibu i‘tikâduhu ve İlmü’l-kelâm alâ mezhebi Ehli’s-sünne ve’l-cemâ‘a adlı eserlerinden hareketle İbn Hazm’da nübüvvetin imkanı, Hz. Muhammed’in peygamberliği ve bunun ispatında mûcizenin yeri ve önemi gibi konulara yer verilmiştir. İslam âlimlerinin hemen hepsi peygamberlerin tanınmasında sistemlerini mûcize delili üzerine kurmuşlardır. Onlara göre peygamberlik iddiasında bulunan bir kimsenin bu iddiasını teyit edecek olağanüstü bir delil/deliller getirmesi gereklidir. Muhataplarını dinen sorumlu tutabilmesi için bunu yapması zorunludur. Bir hadisenin peygamberlik iddiasında bulunan şahsı tasdik eden bir delil olabilmesi ve mûcize diye isimlendirilebilmesi için; ilâhî bir fiil olması, olağanüstü bir tarzda zuhur etmesi, peygamberlik iddiası ve tehaddî ile birlikte meydana gelmesi, iddiadan hemen sonra zuhur etmesi gibi özellikler taşımalıdır. İşte bu özelliklere sahip olan bir delilin, başkaca delillere ihtiyaç duymadan iddia sahibinin doğruluğunu ispat edeceği kabul edilir. Kelamcılar, peygamberin doğru sözlü olduğunu gösteren onlarca delilin arasında sadece tehaddî özelliği bulunanlara mûcize adını vermişlerdir. Dolayısıyla mûcize kavramının kelamcılar tarafından icat edilmiş özel bir kavram olduğunda şüphe yoktur. Çalışmanın omurgasını oluşturan İbn Hazm’ın konu hakkındaki görüşlerine bakıldığında şunları ifade etmek gereklidir. İbn Hazm, öncelikle nübüvvetin imkân dâhilinde olduğunu, yüce Allah’ın insanlar arasından elçiler seçip göndermesinin tarihen vuku bulduğunu ve inanç esasları bakımından peygamberler arasında bir fark olmadığını açıklamıştır. İbn Hazm, peygamberlerin tanınıp bilinmesinde mûcize faktörüne ağırlık vermiş, bir bakıma sistemini bu esas üzerine inşa etmiştir. Ancak o, mûcize kavramını kelamcıların kabul ettiği şekilde kullanmaya pek özen göstermemiş, kelam kitaplarında gördüğümüz şekilde mûcizenin özelliklerini ya da vasıflarını açıklamak ve sıralamak gibi bir hedefi olmamıştır. O, uzun bir zaman diliminde kavramlaşan mûcize terimini –söz konusu hassasiyetleri dikkate almadan- peygamberlere ait her bir hârikulâde olay için kullanmıştır. İbn Hazm’ın mûcize anlayışıyla alakalı olarak en fazla dikkat çeken husus, mûcizenin bir şartı olarak tanımlanan tehaddî vasfını zorunlu görmemesidir. O, tehaddî şartını mûcizenin ayrılmaz bir parçası olarak kabul edenleri eleştirmiş ve böyle bir anlayışın Hz. Peygamber’in mûcizelerini sınırlandıracağını ileri sürmüştür. Şayet tehaddî bir şart olarak kabul edilirse, bu durumda yiyecek ve içeceklerin bereketlenmesi, mescitteki kütüğün inlemesi, bazı hayvanların gelip şikâyetlerini açıklamaları gibi olağanüstü olaylar mûcize kapsamı dışında kalacaktır. Bu da Hz. Muhammed’in peygamberlik delillerini sınırlandırmak anlamına gelecektir. Ona göre hârikulâde hadiselerin yaratıcısı yüce Allah’tır ve bunları sadece elçilerini tasdik etmek için yaratır. Peygamber olmayanlardan zuhur eden hadiseler ise hârikulâde olarak isimlendirilemez. Dolayısıyla peygamberlik iddia eden bir kimsenin elinde gerçekleşen hârikulâde olaylar, mûcize olarak kabul edilmelidir. Bu sebeple olacak ki peygamberlerden zuhur eden her bir hadiseyi bağlamına ve mahiyetine bakmaksızın mûcize diye isimlendirmiştir. Netice olarak İbn Hazm’a göre tabiatta vuku bulan hadiseler iki türlüdür; olağan hadiseler ve hârikulâde hadiseler. Bu ikinci türe mûcize demiş ve bunları sadece peygamberlerin elinde zuhur eden olaylarla sınırlandırmıştır. Bunlar –ister tehaddî vasfı taşısınlar isterse taşımasınlar- mûcize olarak isimlendirilmelidir. Peygamberlerin dışındaki insanlardan zuhur eden hadiseler ise hârikulâdelik özelliğine sahip değillerdir. Eğer bu hadiselerin hârikulâde olduğu iddia edilirse, peygamberlerin delilleri sakatlanmış olur. Bundan dolayı yüce Allah, sadece elçileri için bu hadiseleri yaratmıştır. Şu halde İbn Hazm’ın düşüncesinde kerâmet, sihir, istidraç, maûnet gibi kavramların bir karşılığı yoktur. Doğrusu onun bu tutumu Mu‘tezilî gelenekle örtüşmektedir. O, hârikulâde olayları sadece nebilere tahsis ederek mûcizeye yöneltilebilecek eleştirileri baştan önlemeye çalışmıştır.
yok
yok
yok
yok
Abu Muhammad Ali b. Ahmed b. Hazm al-Andalusi (d. 456/1064), the greatest exponent of the Ẓahiriyya school, was a scholar producing important works with his identity as a jurist, hadith scholar, historian, literary man, and poet. He also persistently defended the understanding of Ahl as-Sunna against the sects that emerged within Islamic thought as he defended the superiority of Islam against other religions. In his works, he covered almost every topic of the kalam science; in this context, he was especially interested in topics related to the possibility of prophethood, the prophethood of Muhammad and his being the last representative of the prophethood chain. Therefore, this study, based mainly on his works such as al-Fasl, al-Usul wa'l-Furu, ad-Durr fi ma Yecibu i'tikaduhu and Ilm al-Kalam ala Mazhab Ahl al-Sunnah wa'l-Jama'a, deals with the topics of the possibility of prophecy, the prophethood of Prophet Muhammad, and the role and importance of miracles in proving it in the view of Ibn Hazm. Almost all Islamic scholars have based their systems for recognizing prophets on the evidence of miracles. According to them, a person who claims to be a prophet must bring extraordinary evidence to confirm his claim, and it is necessary for him to do so in order to make his opponents religiously responsible. For an event to be considered evidence that confirms the prophet's claim and to be called a miracle, it must have some characteristics, such as: it must be a divine act; it must appear in an extraordinary manner; it must occur together with the claim of prophecy and challenge; and it must occur immediately after the claim of the prophet. Therefore, it is believed that evidence that possesses these characteristics can prove the correctness of the claimant without needing any other evidence. The kalam scholars only call those events as miracles, which have the characteristic of challenging the dozens of evidences that prove the prophet's truthfulness. Therefore, it is without a doubt that the concept of miracle is a special concept invented by kalam scholars. When looking at Ibn Hazm’s views on the subject, which form the backbone of the study, it is necessary to state the following: Firstly, Ibn Hazm explains that prophecy is possible, that God chooses and sends messengers among the people, and that there is no difference among the prophets in terms of belief principles. Ibn Hazm emphasizes the role of miracles in identifying prophets and bases his system on this principle. However, he does not show much care in using the term "miracles" in the way that Kalam scholars accept it and does not aim to explain or list the characteristics or attributes of miracles as seen in Kalam books. He uses the term "miracles," which have been conceptualized over a long period of time, for every extraordinary event that belongs to the prophets, without considering these sensitivities. The most striking aspect of Ibn Hazm's understanding of miracles is that he does not consider the attribute of challenge, which is defined as a condition of a miracle, as necessary. He criticizes those who accept the attribute of a challenge as an essential part of miracles and argues that such an understanding would limit the miracles of the Prophet Muhammad. If the attribute of the challenge is accepted as a condition, then extraordinary events such as the blessing of food and drink, the moaning of wood in the mosque, and some animals coming and expressing their complaints would be excluded from the scope of miracles. This would mean limiting the evidence of Prophet Muhammad's prophecy. According to him, the creator of extraordinary events is God, and He creates them only to confirm His messengers. The events that occur in the hands of a person who claims to be a prophet should be considered a miracle. Therefore, he has named every event that occurred through the prophets as a miracle, regardless of its context and nature. In conclusion, according to Ibn Hazm, there are two types of events that occur in nature: Normal events and miraculous events. He refers to the latter as miracles and limits them to only occurring in the hands of prophets. He believes that events that occur in the hands of prophets, whether they possess the characteristic of tahaddî or not, should be referred to as miracles. Events that occur in the hands of people other than prophets do not possess the characteristics of miraculous events. If such events are claimed to be miraculous, the evidence of the prophets will be damaged. Therefore, Allah creates these events only for His messengers. Therefore, in the view of Ibn Hazm, concepts such as miracles of saints (karamat), magic, and divine help (maunat) do not have a counterpart. In fact, his attitude coincides with the Mu'tazilite tradition. He tries to prevent criticism that can be directed at miracles by assigning miraculous events only to prophets.
yok
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Konular | Din Araştırmaları |
Bölüm | MAKALELER |
Yazarlar | |
Proje Numarası | yok |
Yayımlanma Tarihi | 30 Haziran 2023 |
Gönderilme Tarihi | 2 Şubat 2023 |
Kabul Tarihi | 23 Mayıs 2023 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2023 Cilt: 21 Sayı: 1 |
Kader Creative Commons Atıf-Gayriticari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.