İnanç ve bilgi, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde, insanın kendisi ve çevresi ile kurduğu ilişkinin temel oluşturucu öğeleridir. Zihinsel faaliyetin bu iki oluşturucu dinamiği gerçeklik ve doğruluk arasındaki sınırların da çerçevesini çizer. İnançlar, bilginin aksine, olgular tarafından desteklenmesi zorunlu olmayan görüş ve düşünceleri kapsarken bilginin, doğası gereği, görüş ve düşünceleri aşan bir doğruluk değeri taşıması gerektiği düşünülür. Ancak, doğruluk değeri taşıyor olması ya da olmamasından bağımsız olarak hem bilgi hem de inanç önermeleri/ifadeleri, önermeyi ya da ifadeyi dile getiren öznenin gerçekliği ilişkin iddiasını içerdiğinden, inançlar gerçekliğin belirli bir yönüne ilişkin öznel ifadeleri içerse de, bilişsel süreçler olarak değerlendirilir. Öznenin gerçeklikle kurduğu ilişkide öznel inançların bilgi düzeyine yükselmesinin koşulları ve olgulara ilişkin yargıların doğruluk değeri epistemik gerekçelendirmenin doğasının neleri içermesi gerektiği tartışmalarını da belirler. Dolayısıyla, epistemolojideki çağdaş tartışmaların büyük bir kısmı, inançların bilgiye dönüşme süreci, daha açık deyişle, inancın bilgi olarak adlandırılabilmesinin temel bileşeni olarak, “doğruluk sağlayıcı”ların (truth-conducives) neler olabileceği konusuna odaklanmıştır. İçselci (internalist) ve dışsalcı (externalist) epistemolojik kuramlar arasında inançların gerekçelendirilmesi ve öznenin gerekçelendirme sürecindeki rolüne ilişkin yürütülen bu teorik tartışmalar bilgide güvenilirlik sorununu da içine alacak şekilde genişletilmiş ve iki farklı eğilimi temsil eder hale gelmiştir. Laurence Bonjour (1998), Richard Feldman ve Earl Conee (2001) gibi filozoflar bir inancın gerekçesinin yalnızca öznenin zihinsel durumlarından ve bilişsel süreçlerinden türetilmesi gerektiğini savunurlarken, dışsalcı görüşün en önemli temsilcilerinden olan Ernest Sosa (1995) ve Alvin I. Goldman (2009) bir öznenin inançlarının yalnızca kişinin zihinsel durumları ve bilişsel süreçleriyle gerekçelendirilemeyeceğini, dışsalcılığın, gerekçelendirme açısından, örneğin bir kişinin bir iddiayı destekleyen sağlam kanıtlara veya güvenilir bir tanığa dayanarak inanç geliştirmesi durumunda, çevresel faktörlerin de etkisiyle daha kapsamlı, geçerli ve güvenilir kanıtlar sunduğunu ileri sürerler. İçselcilik/dışsalcılık arasındaki tartışma bilgi ve inanç arasındaki ilişkinin sadece gerekçelendirme ölçütleriyle ilgili olmadığını, bu tartışmaların toplumla olan ilişkide etik, politik ve teolojik bir bağlamı olduğunun görülmesi bakımından hayati önemdedir. Bilgi ve inanç, nihayetinde, gerekçelendirme ölçütlerinden/koşullarından bağımsız olarak, dış gerçekliği/toplumu bir “dünya görüşü” üzerinden anlamanın/açıklamanın kavramsal araçlarıdır ve bu araçlar, bir “dünya görüşü”nün zamansal ve mekânsal konumuyla da ilişkilidir. Dolayısıyla, hem inancın hem de bilginin toplumsal bir boyutu vardır. İnanç ve bilginin toplumsal boyutu hem inancın hem de bilginin bir anlam dünyası ortaya çıkarmasında yatar. Bu açıdan bakıldığında, tekil bir bireyin öznel anlam dünyasının inşası öznenin sahip olduğu anlam dünyasının, daha açık deyişle, “dünya görüşü”nün başkaları tarafından ne kadar paylaşıldığıyla ilişkilidir. Bu ilişki, zorunlu olarak, hem etik, hem politik hem de teolojik, en geniş anlamıyla, metafizik bir ortaklık ortaya çıkarır. Bu ortaklık içinde yer alan her tekil bireyin eylemi ya da söylemi ortaklığı oluşturan tüm unsurlar açısından rasyonel bakımdan bir anlam bütünlüğü açığa çıkarır ve bu anlam bütünlüğü gerekçelendirmenin ölçütü haline dönüşür. Bu durum, ileriki bölümlerde Zagzebski’nin epistemik otoriteye bağlılık tezi üzerinden ele alınacağı üzere, bireyin rasyonalitesinin grubun rasyonalitesine indirgemenin de gerekçesine dönüşür. Dolayısıyla, bireyin konumu “dünya görüşü”nü belirleyen ortaklıktaki yerini de belirler.
İnanç ve bilgi, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde, insanın kendisi ve çevresi ile kurduğu ilişkinin temel oluşturucu öğeleridir. Zihinsel faaliyetin bu iki oluşturucu dinamiği gerçeklik ve doğruluk arasındaki sınırların da çerçevesini çizer. İnançlar, bilginin aksine, olgular tarafından desteklenmesi zorunlu olmayan görüş ve düşünceleri kapsarken bilginin, doğası gereği, görüş ve düşünceleri aşan bir doğruluk değeri taşıması gerektiği düşünülür. Ancak, doğruluk değeri taşıyor olması ya da olmamasından bağımsız olarak hem bilgi hem de inanç önermeleri/ifadeleri, önermeyi ya da ifadeyi dile getiren öznenin gerçekliği ilişkin iddiasını içerdiğinden, inançlar gerçekliğin belirli bir yönüne ilişkin öznel ifadeleri içerse de, bilişsel süreçler olarak değerlendirilir. Öznenin gerçeklikle kurduğu ilişkide öznel inançların bilgi düzeyine yükselmesinin koşulları ve olgulara ilişkin yargıların doğruluk değeri epistemik gerekçelendirmenin doğasının neleri içermesi gerektiği tartışmalarını da belirler. Dolayısıyla, epistemolojideki çağdaş tartışmaların büyük bir kısmı, inançların bilgiye dönüşme süreci, daha açık deyişle, inancın bilgi olarak adlandırılabilmesinin temel bileşeni olarak, “doğruluk sağlayıcı”ların (truth-conducives) neler olabileceği konusuna odaklanmıştır. İçselci (internalist) ve dışsalcı (externalist) epistemolojik kuramlar arasında inançların gerekçelendirilmesi ve öznenin gerekçelendirme sürecindeki rolüne ilişkin yürütülen bu teorik tartışmalar bilgide güvenilirlik sorununu da içine alacak şekilde genişletilmiş ve iki farklı eğilimi temsil eder hale gelmiştir. Laurence Bonjour (1998), Richard Feldman ve Earl Conee (2001) gibi filozoflar bir inancın gerekçesinin yalnızca öznenin zihinsel durumlarından ve bilişsel süreçlerinden türetilmesi gerektiğini savunurlarken, dışsalcı görüşün en önemli temsilcilerinden olan Ernest Sosa (1995) ve Alvin I. Goldman (2009) bir öznenin inançlarının yalnızca kişinin zihinsel durumları ve bilişsel süreçleriyle gerekçelendirilemeyeceğini, dışsalcılığın, gerekçelendirme açısından, örneğin bir kişinin bir iddiayı destekleyen sağlam kanıtlara veya güvenilir bir tanığa dayanarak inanç geliştirmesi durumunda, çevresel faktörlerin de etkisiyle daha kapsamlı, geçerli ve güvenilir kanıtlar sunduğunu ileri sürerler. İçselcilik/dışsalcılık arasındaki tartışma bilgi ve inanç arasındaki ilişkinin sadece gerekçelendirme ölçütleriyle ilgili olmadığını, bu tartışmaların toplumla olan ilişkide etik, politik ve teolojik bir bağlamı olduğunun görülmesi bakımından hayati önemdedir. Bilgi ve inanç, nihayetinde, gerekçelendirme ölçütlerinden/koşullarından bağımsız olarak, dış gerçekliği/toplumu bir “dünya görüşü” üzerinden anlamanın/açıklamanın kavramsal araçlarıdır ve bu araçlar, bir “dünya görüşü”nün zamansal ve mekânsal konumuyla da ilişkilidir. Dolayısıyla, hem inancın hem de bilginin toplumsal bir boyutu vardır. İnanç ve bilginin toplumsal boyutu hem inancın hem de bilginin bir anlam dünyası ortaya çıkarmasında yatar. Bu açıdan bakıldığında, tekil bir bireyin öznel anlam dünyasının inşası öznenin sahip olduğu anlam dünyasının, daha açık deyişle, “dünya görüşü”nün başkaları tarafından ne kadar paylaşıldığıyla ilişkilidir. Bu ilişki, zorunlu olarak, hem etik, hem politik hem de teolojik, en geniş anlamıyla, metafizik bir ortaklık ortaya çıkarır. Bu ortaklık içinde yer alan her tekil bireyin eylemi ya da söylemi ortaklığı oluşturan tüm unsurlar açısından rasyonel bakımdan bir anlam bütünlüğü açığa çıkarır ve bu anlam bütünlüğü gerekçelendirmenin ölçütü haline dönüşür. Bu durum, ileriki bölümlerde Zagzebski’nin epistemik otoriteye bağlılık tezi üzerinden ele alınacağı üzere, bireyin rasyonalitesinin grubun rasyonalitesine indirgemenin de gerekçesine dönüşür. Dolayısıyla, bireyin konumu “dünya görüşü”nü belirleyen ortaklıktaki yerini de belirler.
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Konular | Sistematik Felsefe (Diğer) |
Bölüm | Araştırma Makalesi |
Yazarlar | |
Erken Görünüm Tarihi | 29 Eylül 2025 |
Yayımlanma Tarihi | 30 Eylül 2025 |
Gönderilme Tarihi | 31 Mayıs 2025 |
Kabul Tarihi | 28 Ağustos 2025 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2025 Cilt: 24 Sayı: 2 |
e-ISSN: 2645-8950