On dokuzuncu yüzyılda siyasal sistemlerin merkezileşmesi ve uluslaşması süreçlerine paralel olarak, devletlerin gelişen iktidarlarının en önemli dayanaklarından biri eğitim olmuştur. Devletler tarafından denetim altına alınan ve geleneksel/dinsel niteliğinden arındırılarak, kamusal, laik ve merkezi bir niteliğe kavuşturulan eğitim, uluslaşmanın, ulusal kimlik ve ideolojinin kitlelere yaygınlaştırılmasının başlıca aracı olarak görülmüştür. Kuşkusuz 20. yüzyıl başında imparatorluk yapılanmasından Cumhuriyete dönüşen Türkiye için de bu durum geçerlidir. Atatürk devrimleriyle gelen bu dönüşümün temel dinamikleri; her ne kadar teokratik bir imparatorluktan laik/seküler bir ulus devlete doğru önemli karşıtlıklar içeriyor olsa da; imparatorluk yapılanmasından kopuk değildir ve kökleri yine 19. yüzyıl eğitim kurumlarına dayanır.
Kurucu liderin şahsında “asrileşme, muasır medeniyetler seviyesine erişme veya garplılaşma” terimleriyle ifadesini bulan Cumhuriyet modernleşmesi; Osmanlı Devleti’nin ilk kez 17. yüzyıl sonunda Batı karşısındaki askeri üstünlüğünü kaybettiğini idrak etmesiyle başlayan modernleşme serüveninin devamıdır. Bu modernleşme serüveninde Batılı ülkelerle aradaki dört yüz yıllık gecikmeyi telafi etmek üzere yapılan bir dizi aceleci reformda, tüm Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi boyunca eğitime istisnai bir anlam verildiği görülmektedir. Osmanlı Devleti ile başlayan ve Cumhuriyetle devam eden süreçte, modernleşme kuramlarında da öngörülen temel eğilimler izlenebilmiştir. Merkezileşme ve otoritenin geleneksel kaynaklarının zayıflaması, siyasal kurumların farklılaşması ve özgülleşmesi, siyasete gittikçe artan bir katılım yönünde önceki patrimonyal yapıyı aşındıracak bir dizi değişim yaşanmıştır. Ancak bu patrimonyal yapının yerine Weber’ci anlamda ussal-yasal bir sistem geliştirilememiştir. Bu değişimin seyri, Avrupa merkezli pozitivist modernleşme teorilerinin ereksel ve kültür dışı “ilerleme” ve “gelişme” tezlerinin temel varsayımlarının da sorgulanmasına yol açmıştır. Süreç boyunca Fransız ve Anglosakson düşüncesinin etkisi altında şekillenen, uyruklar arasında uzlaşıyı öne çıkaran eğitim ve kültür atmosferi, yerini İmparatorluğun çöküşüne de eşlik eden birlik fikrine, Türk milliyetçiliğine doğru evrilmiştir. Seçkinci bir bürokrasi anlayışıyla memur yetiştirmenin önemsendiği ilerlemeci eğitim kurgusu, zamanla kapitalist pazar ekonomisinin etkisiyle verimli insangücü yetiştirmenin önemsendiği kalkınmacı bir eğitim kurgusuna dönüşmüştür. Bütün bu süreçte bilgiye ve eğitime araçsal bir değer atfedilmiştir. Sonunda Türkiye’nin elinde kalanın “popülizm ile çeşitli renklerde askeri rejimler arasında yalpalamaya mahkûm” edilmiş bir azgelişmişlik olduğu ifade edilmektedir.
On dokuzuncu yüzyıl biterken her şeyin kendi karşıtına gebe olduğu bir dünyayı deneyimleyen Marx ve Nietzsche’nin modern dünyanın ikilemleriyle baş edebilecek olanakları, bugününe karşı koyarak yeni değerleri yaratacak cesaret ve imgeleme sahip yeni insanlarda aradıkları görülür. Bugün ulus-aşırı şirketler, ulus devletler, ulus-altı yapılar, yerel ve sivil toplum kuruluşlarının bir arada üstlendikleri yeni egemenlik biçimlerinde, bu kurguya karşı koyacak yeni değerler insanı araçsallaştırmayan, ona özgürleşmenin olanaklarını sunan bir eğitimle mümkün olabilecektir.
modernleşme eğitim batılılaşma Türkiye Cumhuriyeti, 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu eğitim politikaları ilerleme gelişme
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Konular | Siyasal Akımlar, Siyasal Teori ve Siyaset Felsefesi, Siyasi Düşünce Tarihi, Türk Siyasal Hayatı |
Bölüm | Makale / Articles |
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 30 Kasım 2023 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2023 Cilt: 47 Sayı: 5 |