This study recontextualizes Canadian writer Margaret Atwood's novel “The Handmaid's Tale” following the method of feminist literary criticism within the framework of reproductive policies defined as reproduction. The novel, as an example of feminist dystopia, describes an isolated regime in which healthy women are assigned to serve elite childless families due to the ecological conditions. These women are charged with breeding in the fictional Gilead Republic's caste system and turned into reproductive properties. The second wave of feminism is criticized for its “essentialist” understanding that emphasizes the very nature of women as this approach coincides with some discourses on the exclusion of women from the public sphere and the confinement of them into the private sphere. Hannah Arendt, known as one of the most influential political philosophers of the 20th century, has also been criticized for the same motives, although the philosopher herself never took a position on behalf of feminist movement. This study aims to discuss the dystopic imagination of the phenomenon of natality, which Arendt calls “miracle” as the metaphor of plurality and freedom against singularity and captivity, in the case of “The Handmaid’s Tale”. The study, investigating the possibility of feminist approaches to biopolitical literature, concluded that birth, which is under the authority of the state, does not only have the potential for positive action. The concept can be surrounded by two different semantic fields under libertarian or repressive regimes.
The Handmaid’s Tale feminist dystopia natality biopolitics reproduction
Bu çalışma, Kanadalı yazar Margaret Atwood’un “Damızlık Kızın Öyküsü” (The Handmaid’s Tale) adlı romanını yeniden üretim olarak tanımlanan üreme politikaları çerçevesinde, feminist edebiyat eleştirisi yöntemiyle ele alır. Bir feminist distopya örneği olan roman, sağlıklı doğurgan kadınların, ekolojik nedenlerle çocuk sahibi olamayan üst düzey ailelere hizmet etmek üzere görevlendirildikleri ve salt yeniden üretim mülkü haline getirildikleri izole edilmiş bir düzeni anlatır. Feminizmin ikinci dalgasında biyolojik farklılık kavramına eğilen yaklaşım, kadının doğasına vurgu yaparak “özcü” bir anlayışla hak arayışlarını sürdürmüştür; ancak kadınların kamusal alandan dışlanarak özel alana hapsedilmesi ile sonuçlanan bazı söylemlerle örtüşmesi bakımından eleştirilmiştir. 20. yüzyılın en etkili kadın siyaset felsefecilerinden biri olarak tanınan Hannah Arendt’in “doğarlık” (natality) anlayışı da, düşünürün kendisini hiçbir zaman feminist hareket içinde konumlandırmamış olmasına karşın, aynı itiraz noktalarından hareketle tenkit edilmiştir. Bu çalışma, Arendt’in tekillik ve tutsaklığa karşı çoğulluk ve özgürlüğü simgelemesi bakımından “mucize” olarak nitelediği doğum fenomeninin distopik tahayyülünü, “Damızlık Kızın Öyküsü” örneğinde tartışmayı amaçlar. Biyopolitika literatürüne feminist yaklaşımların imkânını araştıran çalışmada, her devirde devletin tasarruf yetkisi altında bulunan doğumun, sadece pozitif eylem potansiyeline sahip olmadığı; kavramın özgürlükçü ya da baskıcı rejimler eliyle iki farklı anlam dünyası tarafından kuşatılabileceği sonucuna erişilmiştir.
Damızlık Kızın Öyküsü feminist distopya doğarlık biyopolitika yeniden üretim
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Konular | Sanat ve Edebiyat |
Bölüm | Türk dili, kültürü ve edebiyatı |
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 21 Aralık 2019 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2019 Sayı: 17 |